Politika susturulduğunda sanat konuşur, konuşmalı
Diğer
07 Ekim 2025
7 Ekim 2023 sabahı, Gazze’de elektrik kesildiğinde yalnızca ışıklar değil, nefesler de söndü. Şehir çıkamayacağı bir karanlığa gömüldü… İnsanlığın da gömüleceğini zaman gösterecekti.
İlk aylarda “ama”larımız vardı bizim…
““ama” onlar da…”
O akşam masallardaki prensesler gibi tütülü eflatun eteğiyle rüyaya yatmış o kıvırcık saçlı meleğin bedeninin sıkışmış moloz yığınlarından çekip çıkarıldığını görürken dahi, “…ama onların dedeleri de…” cümleleri duydu bu kulaklar.
Kana susayanlar doymadı. Ne sığınma kampları kaldı, ne hastaneler ne kundaktaki bebeler…
O zaman “ama”larımızın sesi kısıldı.
…ve sonra dünya sustu!
Bombalar dur durak bilmeyince hukuk metinlerinin sayfaları ağır ağır çevrilmeye başlandı. “Soykırım nedir?”
Tanımlar, ölçüler, kriterler… Ama kim, enkaz altından çıkarılan bir çocuğun adını “kriter” olarak anmak isterdi?
Hukukun diliyle insanın dili arasında koca bir boşluk vardı.
Bunca yıl sanata anlam yüklemiş bizler, bu koca boşluğu doldurmak için sanatın sesini duymayı bekledik. Hani sanatın dili tekti ve sanatçılar vicdanın sesiydi?
Gazze’deki kriz derinleşti. Nihayet dünya sanat çevrelerinden sesler yükselmeye başladı. Kimi sahnede, kimi sokakta, kimi dijital ekranda yalnızca bir cümleyle: “Ateşkes.”
İlk günden -hatta öncesinden- her fırsatta bağıran Roger Waters’ın yanına Berlin Film Festivali’ndeki duruşuyla Tilda Swinton eklendi. Susan Sarandon, Mark Ruffalo, Yusuf İslam ve diğerleri… Brian Eno Londra’da müziğini susturdu; “Korktuk, sustuk, ama artık yeter” diyordu adeta.
Diplomasinin dilinin tutulduğu yerde sanatın vicdanı devreye girmeye başladı.
Çünkü bazen bir sanatçının tek bir cümlesi, bir hükümetin yüz açıklamasından daha inandırıcıydı.
Arundhati Roy’un dediği gibi: “İnsanı kurtaracak olan tek şey, hâlâ bir insan kalabilme ihtimalidir.”
Gazze’de yaşananları açıklamak için dünya önce “terör”, sonra “savaş”, sonra da “karşılıklı çatışma” dedi. Ama hiçbir kavram, on binlerce sivilin ölümünü anlatmaya yetmedi. Çünkü sözcükler, gerçeğin ağırlığını taşıyamaz.
1948 tarihli Soykırım Sözleşmesi, bir grubun tamamını ya da bir kısmını yok etmeye yönelik kastı soykırım olarak tanımlar. Bu, öldürmek kadar yaşamı sürdüremez hâle getirmeyi de kapsar. Açlık, abluka, zorla yerinden etme, çocukların hedef alınması…
Birleşmiş Milletler raportörleri uyardı: “Gazze’de halkın bütün yaşam alanı yok ediliyor.” Uluslararası Adalet Divanı, Güney Afrika’nın başvurusunda açıkça yazdı: “İsrail’in eylemleri soykırım sözleşmesi kapsamında değerlendirilmelidir.”
Ama mahkemeler yavaş, ölümler hızlıydı. “Soykırım” sözcüğünü kullanan akademisyenler, gazeteciler, sanatçılar hedef gösterildi. Bazı ülkelerde Filistin bayrağı taşımak bile “nefret suçu” sayıldı.
İşte tam bu noktada sanat, hukukun suskunluğunu devraldı. Çünkü hukuk delil ister; sanat tanıklık eder.
Bombalar........





















Toi Staff
Penny S. Tee
Sabine Sterk
Gideon Levy
John Nosta
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
Daniel Orenstein