Antik kent nasıl gezilmez?
Diğer
06 Haziran 2025
Bu yazıyı yazmak için bilgisayar başına oturduğum an fark ettim ki kendime göre elit dertlerim var. Dünya üzerinde değiştiremeyeceğim ve üstüne asla şaka yapamayacağım zilyon kadar dert varken, önce sinirlenip ardından esprisini yapabileceğim “kişisel” dertler edinerek kendimi oyalıyorumdur belki de…
İşte bunlardan biri: Antik kent nasıl gezilmez?! Bu yazı, bayram tatili ile birlikte tatil lokasyonlarına kavimler göçü simülasyonunun bir kez daha start aldığı şu günlerde, antik kent ziyareti planlayanlar içindir. (Uyarı: Tavsiye niteliğinde değildir, lütfen rehberinize danışın!)
*Yazıyı hazırlarken kendi tecrübelerini benimle paylaşan, antik kentlerle hemhali yüksek değerli insanlar; Oğuzhan Karadirek’e (@sanatvearkeoloji) Cihancan Sezgin’e (@cihancans) ve Eylem Yalçınkaya’ya (@ analitikgezgin) yürekten teşekkür ederim. Onlarla gezmek, gidip göremediğimiz yerleri onların gözünden görmek ve dinlemek çok keyifli…
1.“Hepsi Yunan kenti” sanmak
Pek çok ziyaretçi, antik kentlerin tamamının Zeus’un inisiyatifiyle, “her şey dahil” bir tatil köyü gibi sadece Antik Yunanlılara özel olarak inşa edildiğini varsayar. Oysa Anadolu, tarih boyunca Helenler, Romalılar, Persler, Lidyalılar ve daha niceleri tarafından adeta ardı ardına rezerve edilmiş; medeniyetlerin katman katman iz bıraktığı bir coğrafyadır. Mesela Bergama’da, “Yunanistan’dan kopyalanmış bir antik şehir” arayanlar, Pergamon Krallığı’nın özgünlüğünü ıskalamış olurlar. Anadolu toprakları sanki binlerce yıl süren bir “medeniyetler arası şehircilik olimpiyatları”na ev sahipliği yapmış gibidir.
Sonuç: Her antik kent bir Helen klasiği değildir; kimi Roma’nın mühendislik zekâsını, kimi Perslerin taş mimarisini, kimiyse Lidya'nın ticaret ruhunu yansıtır.
Agora, stoa, tiyatro, hamam ve latrina gibi yapılar size hâlâ “karmaşık taş yığınları” gibi görünüyorsa, bir noktada haklısınız. Elbette her taşın tarihî bir anlatısı olduğunu sezmek uzmanlık gerektirir; fakat günümüzde, bir yapının "hamam mı, tapınak mı, yoksa tahıl ambarı mı" olduğunu öğrenmek için arkeolog olmanıza gerek yok. Akıllı telefonunuzdaki yapay zekâ, çoğu zaman ilk kazıyı yapan arkeologlardan bile daha hızlı yanıt verir. Üstelik, latrina’nın aslında antik bir umumi tuvalet olduğunu bilmek, hem tarihî empati hem de hijyenik farkındalık açısından önemlidir.
Sonuç: Latrina’nın “klasikleşmiş klozet” olduğunu bilen bir gezgin, sadece bilgili değil; başka bir uygarlığın ayak izlerini saygıyla takip eden bir zaman yolcusudur. Diğerleri ise bir mezar odasının ortasında ağzı kulaklarında, parti coşkusuyla poz veren Homo Selfiensis*lerdir.
*Homo Selfiensis: Sözde-Latince türetilmiş, postmodern turistik davranış kalıplarına sahip; arkeolojik alanlarda tarihî yapılarla etkileşimi minimumda tutup, özçekim üretimini maksimize eden gezgin alt türü. Genellikle kadraja odaklanır, bağlama değil.
Birçok turist, tek seferde yıllık D vitamini ihtiyacını karşılamak istercesine öğle sıcağında antik kentleri gezer. Elbette Türkiye İskandinavya değildir — güneş boldur, evet, ama bu bolluğu antik taşlar üstünde canlı ızgara challenge’ı gerçekleştirmek zorunda değilsiniz. Şapkasız, susuz ve gölgesiz şekilde güneşin altına çıkanlar, kendilerini farkında olmadan güneş ve ışık tanrısı Apollon’a adanmış bir kurban gibi konumlandırabilir. Antik dönemde bile insanlar gün ortasında “siesta” yapar, gölgede kalmaya özen gösterirdi. Roma İmparatoru Hadrian bile muhtemelen “şu sütun gölgesinde biraz soluklanayım” demiştir. Olympos’ta “Denizden yeni çıktım, serinim” diyen turistler ise 15 dakikada tekrar fırına sürülen........
© T24
