menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Duruşma/tartışma aşamasının başoyuncularına sesleniyorum: İlk sözlerim, toplumsal değerleri korumakla yükümlü olan sizleredir, sayın savcılar

34 18
19.07.2025

Diğer

19 Temmuz 2025

Her şeyden önce, unvanınızın başında bulunan terimi, yani “cumhuriyet” kavramını, asla bilgisinden kuşkulanmayan ezberciler gibi değil, Sokrates’çe kuşkulanıp araştıranlar olarak sorunlara yaklaşırsanız sayın savcılar, zorunlu olarak aşağıdaki sonuçlara ulaşırsınız.

Zira sizler, görevlerinizi yaparken bu türden bilimsel yaklaşım ve yöntemin ne olduğunu bilmeyenlerin sandıkları gibi, asla bir yönetimin, yani cumhuriyet yönetiminin değil, yalnızca “cumhura / halka ait değerlerin (res publica)” bekçisisiniz ve bunlardan sorumlusunuz.

İşte bu yüzdendir ki, sayın savcılar, unvanınızın başındaki “cumhuriyet” sözcüğü, “padişahlık,” “krallık” vb. gibi asla bir yönetim biçimi değil, cumhura, yani halka ait değerlere vurgu yapan çok anlamlı, çok önemli bir hukuk kavramı ve terimidir. Dolayısıyla da bir suç işlendiği zaman temel göreviniz, hem sanıktan yana, hem de sanığa karşı bütün kanıtları toplamaktır (CYY [CMK], m. 160, 170/5), sayın savcılar.

Özetle temel işiniz, asla birilerini sindirmek, kimilerine gözdağı vermek, onları küçük düşürmek, damgalamak, ille de hükümlülük kararına ulaşmak değil, suçlanan kişi hakkında her açıdan “doğru yargı”ya (gerçek hüküm) ulaşılması için lehte ve aleyhte bütün kanıtları toplamaktır.

Bu yüzden şunu hiç unutmamalısınız: Yargılama hukukunda tutuklama yalnızca bir önlemdir, asla ve kesinlikle bir ceza ve de yargılama öncesi bir cezalandırma yöntemi değildir.

Bütün bunlardan da anlaşılacağı üzere, her hukuksal kurumun anlamını çok iyi kavramalısınız. Kamu hakları ve özgürlükleri temelinde gelişen ilkeleri gözeten hukuk düzeni adına, bu düzeni sarsan eylemleri, suçları soruşturma, kovuşturma görevinizi yaparken tutuklama önlemine son çare olarak başvurulması gerektiğini asla unutmamalısınız.

Ayrıca sayın savcılar, şunu noktayı da asla unutmayınız: Savcılık, ancak Tanzimat’tan sonra hukukumuza girebilmiştir. Yani hem çok geç girmiş, hem de ne yazık ki, ülkemizde doğru algılanmamış; bu nedenle de savcılık makamı, uygulamada bir tür karar makamına dönüşmüştür.

Uygulamayı olumsuz biçimde etkileyen bu yanlış algılamayı anılarıma dayanarak sizlere aktarmak isterim.

Yürürlükten kaldırılan 1929 / 1412 sayılı Suç Yargılama Yasası’nın (Özgün adı, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu, CMUK ) ellinci yılında, yani 1979’da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinin Osmanlı sadrazamlarının yabancı elçileri kabul ettikleri çinilerle bezenmiş güzel salonunda, U biçiminde uzunca bir masanın çevresinde toplanmıştık.

Yapıp ettiklerimizi tartışacak, bir bakıma uygulamakta olduğumuz Suç Yargılama Yasası dolayısıyla yargılama hukukuyla hesaplaşacaktık.

Merhum Prof. Dr. Öztekin Tosun, gereksiz yere açılan davalar -ki o dönemlerde gerçekten de “mahkeme temizlesin” gibilerden hukuk dışı saçma gerekçelerle gereksiz yere davalar açılmaktaydı- yüzünden mahkemelerin yüklerinin çok arttığını, bunu önlemek için, tıpkı Fransa’nın son dönemlerde yaptığı gibi, dava açmada “mecburilik dizgesi”nden vazgeçilmesini, “yerindelik / takdirilik dizgesi”ne geçilmesini önermişti.

Söz alıp, bu görüşe karşı çıkmış şunları dile getirmiştim.

Bırakınız, içerik olarak, ülkemizde savcılığın özünü bilmeyi, adlandırma, kavram ve kurum olarak bile henüz gerçek anlamıyla bu kurumun bilinmediğini, yerine asla oturmadığını, savcılığın altı yüzyıllık bir Fransız kurumu olmasına karşın, bu ülkede bile ancak altı yüz yıl süren uzun deneyimler ve değerlendirmeler yaşandıktan sonra savcılara dava açmada yerindelik (takdire dayanma) dizgesine (sistem) yeni geçildiğini, ayrıca ülkemizde bir iddia makamı olan savcılığın bugün bile bir karar makamı olarak algılandığını, bu nedenle de Batı ülkelerinde savcılığın “kovuşturmaya yer olmadığı kararı”nın değil, “kovuşturmaya yer olmadığı görüşü”nün yakınanlara bildirildiğini belirtmiş, uygulamada yaşanan çarpık örneklerden birini de vermiş, şunları söylemiştim: “Savcılık bir karar makamı olmadığı halde, bugün, ülkemizde savcılar, ‘yetkisizlik kararı’ bile veriyorlar. Adalet Bakanlığı da, yükselme(terfih) dönemlerinde değerlendirilmek üzere verilen yetkisizlik kararlarından da örnekler istiyor. Görüldüğü üzere, ülkemizde, bırakınız başkalarını, Adalet Bakanlığı bile savcılık kavramını ve kurumunu iyi algılayamamıştır.”

Bu sözlerim üzerine ömrünü suç hukukunun -ki suçun öğeleriyle ilgili en yetkin yapıtların da yazarıdır- özellikle de suç yargılama hukukunun iyi algılanıp özümsenmesine ve iyi uygulanmasına adamış olan, hatta bu yolda sürekli çırpınan Merhum Prof. Dr. Nurullah Kunter (1911-1994), hemen yerinden kalkarak bana doğru yürümüş, yanıma gelerek “Sen neler söylüyorsun? Gerçekten Türkiye’de savcılar yetkisizlik kararları mı veriyorlar?” diye sormuştu.

Evet, Hocam, ülkemizde savcılar, yetkisizlik kararları veriyorlar. Karşımızda Adalet Bakanlığının sayın genel müdürlerinden biri ile onun başkanlığında on bakanlık temsilcisi oturmaktadır. Onlara da sorabilirsiniz” demem üzerine, hukuk kavramları, terimleri konusunda çok titiz, bu yüzden de uluslararası bilim çevrelerinde haklı olarak “yetkinlikçi” (mükemmeliyetçi, perfectionniste, perfezionista) diye ün yapmış olan Kunter, ışık saçan o güzel başını ellerinin arasına alarak “Eyvah ki, eyvah, demek, yıllarca uğraşmışım, ama hiçbir şey anlatamamışım!?” diyerek âdeta inlemiş ve bu çarpıklığa başkaldırmıştı.

Ancak sıkı durun, bu konuda Lao Tzu’nun dediği gibi, yargı kurmakta, sonuç çıkarmakta ivecen davranmayın.

Yirmi birinci yüzyılın Türk yasa yapıcısı bile, bu çığlığı hiç, ama hiç duymamıştır. “Yok yasa, yap yasa” anlayışıyla 2011 / 6217 sayılı Yasa ile savcıların “yetkisizlik kararı” vermelerini, tam bir bilgisizlikle, bilinçsizlikle yasallaştırmış, sözüm ona hukuksallaştırmıştır (CYY, m. 161/7)!?

Yalnızca yasa yapıcı mı? Öğretide de, bildiğim kadarıyla bugüne değin bu skandal düzenlemeye, bu üzücü bilinçsizliğe hiç kimse sesini çıkarmamıştır.

Bununla da kalınmamış, sözgelimi, İstanbul, Ankara vb. büyük yerlerde savcılıklar bünyesinde “karar masa”ları bile kurulmuştur.

Bilmiyorum, Merhum Kunter, bu bilinçsizlikler karşısında şimdilerde mezarında rahat uyuyabiliyor mu?

Hiç sanmıyorum.

Ne var ki, aslında ülkemizde savcıların bir karar organına dönüşmesinin sonuçlarıyla ilgili öyküler hiç bitmemektedir.

Tam bu noktada bir arasözle diyeceklerimi sürdürmek isterim.

Bilindiği üzere inananlar açısından Tanrı’nın, inanmayanlar açısından doğanın en görkemli yaratığı insan; insanın da yine en görkemli ve çağımızda bile gizi çözülememiş organı, beyindir. Bu yüzden insanın dış dünyaya yansıttığı düşünce ve inançlar, Tanrı’nın ya da doğanın ürünüdür; bu nedenlerle demokratik bir düzende bunlar, asla suç konusu olmaz, olamaz. Zira “düşünce, düşünce ile,” başka deyişle “görüş (içtihat) görüşle çürütülemez.” (Mecelle, m. 16). Dolayısıyla beynin ürünü olan inançlara ya da düşüncelere çok duyarlı olan kimilerine göre, eleştiri hakkını aşıp sövenler ya da bunları yasaklayıp cezalandıranlar, bir bakıma özünde kanımca inananlar açısından Tanrı’ya sövmüş ya da onu da cezalandırmış olurlar. Dolayısıyla bu cezalandırmalar, elbette mantık ve akıl dışıdır. Bu yüzden 1926 / 765 sayılı Eski TCY’nin 141, 142 ve 163’üncü maddelerine göre hüküm kuran yargıçlar, aslında Tanrı’yı cezalandırmışlardır.

Bu maddelerin çok partili demokratik düzene geçildikten yıllarca sonra kaldırılmış olması ise, sağ ve sol anlayışların, dolayısıyla demokrasinin, “demokratik bilinç”in gelişimini engellemiş; bilim ve düşünce dünyasında yoksunluklar, yoksulluklar ve ağır sonuçlar doğurmuştur.

Locke’un dediği gibi, özellikle “İnanç özgürlüğü asıldır ve yargıçlar, insanların ruhlarını kurtarmaya yeltenemezler.”

Nitekim yüzyıllardan bu yana yaşananlar, Locke’u doğrulamıştır. Gerçekten Aksaray ili toprakları içinde yirmi sekiz kilisenin yer aldığı belirlenmiş, Ihlara vadisine bitişik Selime kasabasındaki yedinci-do­kuzuncu yüzyıl arasında yapılan Katedral’de dünyanın ilk dinsel töreni (ayin) yapılmış; Romalıların baskılarından kaçan ilk Hristiyanlar, Kapadokya’da, Derinkuyu’da ve birçok Avrupa ülkesinde, hatta Ukrayna’dan Filipinler’e dek yeraltı mezarları (katakomb) yapmışlar; inanç özgürlüğünün tarih boyunca insan için ne denli yaşamsal olduğunu ortaya koymuşlardır.

Scheler’e göre de, insanın iç dünyası bilgimizin dışındadır. Çünkü bu iç dünya, gökyüzü gibi, hem geniştir, hem de aydınlıktır, insan için. Ancak başkalarına ve de hukuka kesinkes kapalıdır.

Nitekim 1926 / 765 sayılı Eski Türk Ceza Yasası’nın (TCY) kaynağı olan İtalyan Ceza Yasası hakkında 1887 tarihli Zanardelli Raporu’nun ünlü XIV’üncü paragrafının en ünlü tümcesi, hukukun, özellikle de suç genel kuramının insan davranışına (hareket) ilişkin dayanağı olan bu temel ilkeyi, insanlığın bütün dönemlerinde geçerli olmak üzere, şöyle özetlemiştir: “İnsana özgü davranışların dürtülerini, güdülerini (saik) araştırmak, ceza adaletini ilgilendirmez.”

İlgilendirmez. Çünkü böyle bir araştırma, hem hukuk, hem de ceza adaletinde asla gerçekçi değildir. Olamaz da. Zira kanıt olabilecek nesne, insanın iç, inanç dünyasıyla, Kant’ın terimleriyle numenal, görülemez (invisible) dünya ile değil, fenomenal, görüngülü, görünebilir (visible) dünya ile ilgili ve olaya dayanan gerçeğin (réalité) bir parçası olabilmeli, beş duyuyla, en azından bunlardan biriyle algılanıp öğrenilebilmelidir.

Ayrıca kuşkusuz asla her taşın altında bir suç arayamaz, hukuk.

Ancak gelin görün ki, soruşturma “yeterli kuşku”ya ulaştığı zaman dava açmakla yükümlü Türk savcıları (CYY, m. 170/2), ülkemizde hemen her Allah’ın günü insanların iç dünyasına girmekte, onların bu dünyalarını sanki bir ruhbilimciymişler gibi çözümlemeye çalışmaktadırlar. Tıpkı “Amiraller Bildirisi” olayında ve terörü yok etmek için gece gündüz çırpınan Genel Kurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un terör suçuyla tutuklanması, teğmenlerin “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” de­meleri olaylarında yaşandığı gibi.

Oysa savcılar, insanları korkutmak, sindirmek, gözdağı vermek, küçük düşürmek, damgalamak için değil, kamu, halk, özgürlük temelinde gelişen ilkeleri gözeten hukuk düzeni adına bu düzeni sarsan eylemleri, suçları kovuşturmak için vardırlar ve bu nedenle sanık yararına olan kanıtları da toplamakla yükümlüdürler.

Özetle ülkemizde yaşananlar, hukuk bilmezliğin ürünü kara bir le­ke olarak her Allah’ın günü Türk hukuk tarihine yazılmıştır, yazılmaktadır.

Evet, ne yazık ki, günümüzde de bu yazılma sürüyor. Hem de bizzat hukukçuların, yani savcıların eliyle.

Nitekim son olarak “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diyen teğmenlerin başına gelenler, bunun somut örneğidir.

Peki, böyle bir ülkede, özgürlükten, demokrasiden söz edilebilir mi?

Kesinlikle edilemez.

Olsa olsa sandığa kilitlenmiş boyutsuz bir demokrasi karikatüründen söz edilebilir.

Dolaysıyla sizler siz olun sayın savcılar, bu noktayı asla unutmayın.

Bununla birlikte inanç değerlerine saldırmak ve birine söverek şeref (özsaygı) değerini, dokunulmazlığını çiğnemek elbette bir suç konusu olabilir. Ancak aşağılayıcı bir söz ya da eylem, “inançla ilgilidir” ya da “sövme değildir” demek başka, eleştiri hakkından söz ederek hukuka uygunluk nedenine dayanmak........

© T24