Daimi, Hande Yener, heybedeki turplar ve âşıklar…
Diğer
17 Haziran 2025
1940’ların, 50’lerin Türkiye’sinde radyoyu şöyle bir çevirseydiniz muhtemelen Sabite Tur Gülerman’dan “Düştüm Aşka”yı veyahut Safiye Ayla’dan “Üsküdar’a Gideriken”i duyacaktınız. Ya da Müzeyyen Senar’dan “Yine O Menekşe Gözler”i. Cumhuriyet kurulalı henüz 20 küsur yıl olmuştu. Müzikte Batılı formlara yöneliş ve çok seslilik tartışılıyordu ama daha çok partili hayata bile geçilmemişti. Serdar Ortaç’ın “Karabiberim” klibi çekmesine ise yarım asır vardı…
O yıllarda Münir Nurettin Selçuk, Safiye Ayla, Hamiyet Yüceses, dönemin starları olarak dinleyicileri radyoların başına topluyordu. Genç Cumhuriyet’in sanat politikalarıyla Klasik Batı Müziği teşvik ediliyor, Devlet Konservatuarı bu resmi teşviği kamu kaynaklarıyla koordine ediyordu. 1930’lardan itibaren Ahmet Adnan Saygun, Necil Kazım Akses, Ulvi Cemal Erkin gibi "Türk Beşleri", senfonik eserler ve operalar besteliyorlardı. Bir yandan bohem operalar bestelenirken bir yandan da Anadolu âşıkları, at, eşek sırtında turneye çıkıyorlardı. Bir tarafta operetler bir tarafta merkep turneleriyle Türkiye’nin bu kültürel kontrastı, iki uzak uç arasına içini gönlümüzce doldurabileceğimiz genişçe bir alan açtı. O yüzdendir ki Âşık Daimi’den Hande Yener’e, Neşet Ertaş’tan Erol Büyükburç’a, kantocu Peruz Hanım’dan Hakkı Bulut’a, çarşamba pazarı gibi bu topraklarda ne ararsan var misali bir kolektif müzik marketimiz oluşabildi.
Neden yazıyorum bunları? Geçenlerde memleketin halinden artık usandığım bir anda, bu hoyrat kara ülkeyi hâlâ sevebilmek için Âşık Daimi’nin “Ne Ağlarsın”ına (Bu da gelir, bu da geçer ağlama) sığınırken buldum kendimi. Bir zamanlar âşıklar vardı. Yeni kurulan ülkede, müziğin başkenti İstanbul’du ama anavatanı Anadolu’ydu. Atların, eşeklerin sırtında âşıklar, bir köyden diğerine dolaşır, çalıp söylerlerdi. Bugün için fazlasıyla sürreel kalıyor ama bir düşününce ne kadar da güzel… Kızgın........
© T24
