Zülfü Livaneli yeni romanı 'Bekle Beni'de, işkenceden kurtulmak için sakatlanmayı nasıl göze aldığını da anlattı: Bütün despotik yönetimler bağımsız aydınlardan nefret eder
Diğer
25 Eylül 2025
Zülfü Livaneli
Yıllar geçiyor, iktidarlar ve güç dengeleri değişiyor. Ama muhaliflere uygulanan baskı, hapis, fiziki ya da manevi işkence değişmiyor. Zülfü Livaneli’nin son romanı ‘Bekle Beni’yi ilk okuyanlardan biri olarak hemen her sayfada bunu düşündüm. 1960’ların sonu 70’lerin başında Selim, eşi Leyla ve küçük kızları Zeynep’in etrafındaki mutluluktan acıya hapisten sürgüne uzanan bir hayat anlatılıyor romanda. Kısmen Livaneli’nin kendi yaşam öyküsünden kesitler de taşıyor. Öyle ki romanda Selim işkence görmemek için alerji yaptığını bildiği bir ilacı kullanıyor, ölüm riskine rağmen. Ve Livaneli o kısmı kendisinin yaşadığını aktarıyor söyleşimizde: "Ne yazık ki bu bizzat benim başımdan geçti. Çok ağır işkenceler vardı ve bundan kurtulabilmek için kendimi sakatlamayı, hatta ölümü göze aldım ama bu da başlı başına bir işkenceydi tabii."
Bugüne dair konuları da konuştuk Livaneli ile. Mesela Gazze’yi "Batı ülkeleri yöneticilerinin iki yüzlülüğünü ve vicdansızlığını gösteren yeni bir Guernica, hem de her gün tekrarlanan bir Guernica" diye tarif ediyor. Eminim bu satırların okurları 1937 yılında Hitler ve Mussoli’nin desteğiyle Franco’nun yeni bombardıman uçaklarını denediği, Picasso’nun da tablosuna ilham olan Guernica’yı hatırlayacaktır.
Livaneli’nin aydınlara yapılan baskılarla ilgili tespitleri de var: "Hitler'in has adamı Göbbels,'Kültür sözünü duyduğumda elim tabancama gidiyor' demişti. Bütün despotik yönetimler düzenin emrine girmemiş bağımsız aydınlardan nefret eder."
Zülfü Livaneli’nin kitabı dünden bugüne değişmeyenleri, mücadele edenleri, her şeye rağmen direncin ve umudun kitabını yazmış. Hapishanenin acı yüzüne, zorluklarına dikkat çekmiş ama bir yandan da siyasi olarak bir bilinç ve direnç alanı oluşu da vurgulanmış. Marx’ın dediği gibi "İnsanız ve insani olan hiçbir şey bize yabancı değil." İyilik de kötülük de direnç de teslim olma da…
- Son romanınız ‘Bekle Beni’ 60’ların sonu, 70’lerin başında geçiyor. Ama 80’leri de memleketteki askeri-sivil tüm darbe süreçlerini de kapsayan hatırlatan yanları var. Hapisten işkenceye, ailelerin ayrılığından sürgüne. Baş kahramanlar Selim, Leyla ve küçük kızları Zeynep. Bu roman sizin aile hayatınızdan izler de taşıyor mu?
Evet, taşıyor ama bir öz yaşam öyküsü değil. Bir dönemi anlatırken anılarımdan, tanıdığım insanlardan, arkadaşlarımdan esinlendiğim söylenebilir. Her romancı en iyi tanıdığı, bildiği şeyi anlatır ve mutlaka kendinden bir parça vardır. Ben askeri dönemlerde üç kez içeri alındım, aylarca yattım, aslı astarı olmayan suçlamalara cevap vermek zorunda kaldım, ağır sorgulamalardan geçtim ama yıllarca hapiste kalan arkadaşlarım kadar uzun yatmadım. Dolayısıyla birebir hayatımın öyküsü değil. Bir kesit.
- 68 kuşağı, büyük baskı ve dışlamadan sonra, dünyada İspanya’dan Şili’ye diktadan kurtulduktan sonra birikimlerinden yararlanılır hale gelen bir kesimi de kapsıyor ve anlatıyor. Bugün dünyanın dört bir yanındaki sağ popülist-otoriter liderlerin bir gün seçimleri kaybetmesinin ardından yeniden dışlanan demokratların dünyadaki demokrasiyi restore etme imkanı var mı?
Öyle olmasını umuyorum ve olacağını da inanıyorum. Çünkü popülist otokrat liderlerin çalışanlara, emekçilere, halkın her kesimine büyük bedeller ödettikleri ortaya çıktı. Halklar belli bir süre yanıltılabilir ama bu sürekli olmaz.
- Bu soruyu özellikle Gazze soykırımına sessiz kalan ‘çağdaş devletlere de bakarak’ soruyorum. Sizin Gazze’de yaşananlara dair görüşünüz nedir?
Bütün vicdanlı insanlarda olduğu gibi Gazze benim içimde de kanayan bir yara. Gazze'de ölen bir çocuğun ağzından yazdığım şiir hem Türkiye'de hem de Amerika'da yayımlandı. Gazzeli Öğrenciler Federasyonu temsilcisi Yusuf Barakat ziyaretime gelerek ‘’Barış Sanatçısı’’ unvanını taşıyan bir plaket sundu. Bugün Gazze, Batı ülkeleri yöneticilerinin iki yüzlülüğünü ve vicdansızlığını gösteren yeni bir Guernica. Hem de her gün tekrarlanan bir Guernica.
- Kitaptan bir bölümde şöyle yazmışsınız: ‘Türkiye, sistemin iliklerine işlemiş aydın düşmanlığını asker ve sivil her dönemde sürdürdü; hem sürekli devlet zulmünü hem de Doğu-Batı çelişkisinin yarattığı ön yargıları omuzlarında taşımak zorunda kalan bilgili, rafine yüz binlerce insan ülke yaşamından dışlandı.’ Sizce niye gücü eline geçiren asker ya da sivil aydınları tasfiye etmeye çalışıyor?
Hitler'in has adamı Göbbels, ‘’Kültür sözünü duyduğumda elim tabancama gidiyor.’ demişti. Bütün despotik yönetimler düzenin emrine girmemiş bağımsız aydınlardan nefret eder. Çünkü eleştiri sadece onlarla sınırlıdır. Bizde ise bu gelenek daha da eskiye dayanıyor. Osmanlı döneminde idam edilen şairler, Cumhuriyet döneminde öldürülen ve hapsedilen yazarlar şairler düşünürler bir utanç levhası gibi boynumuzda asılı duruyor.
- "Devlet, ne olduğunu tam olarak kimsenin çözemediği ama herkesin hissettiği bir mekanizmaydı, görünmez bir el gibi, her yerde, her an insanın peşini bırakmayan bir domino sistemiydi. Her nefes alışında, kendine bir alan açmaya çalıştığı her yerde, o soğuk eliyle omzuna dokunur, 'Buradayım,' derdi. Bir gölge gibi peşindeydi, sürekli ensesinde, her adımda, her nefeste." Romanda devleti böyle tarif etmişsiniz. ‘Görünmez el nerelere uzanıyor’ sizce?
Devlet denilen organizasyon her ülkede belli bir gücü temsil eder ama denge ve denetim mekanizmalarını çalıştıran ülkelerde bu güç sınırlıdır. Otokratik rejimlerde ise devlet halk tarafından, kendi seçtiği memurlar olarak değil de tanrısal bir güç olarak benimsenir. Türkiye'de özellikle böyledir durum. Halk devletin kutsallığına, gücüne ve üstünlüğüne inanır. Birey ve devlet uzlaşmazlığında her zaman devletin yanında yer alır. Bu yüzden devlet, en umulmadık yerlere kadar elini uzatır, yanlışlar yapar ama hesap vermez. Ne kadar seçim yapılırsa yapılsın, demokrasi anlamına gelmez bu.
- "Türkçe bilmediği için sürekli dayak yiyen bir çocuk vardı. Davranışları tuhaftı; gözlerinin kaymasından, ağzının hareketlerinden engelli olduğu anlaşılıyordu. Uzun bir kavalı vardı; bazen bir köşede yanık yanık, pes tonlardan kavalı üflerdi. Kavaldan çıkan sesler, içindeki acıyı dışarı vuruyordu, bir ağıt gibiydi. Çok iyi bir çocuktu, ama tek kelime Türkçe bilmiyordu, 'Türkçe konuş!' diye her gün dövüyorlardı onu. Yanına bir çavuş........© T24





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Sabine Sterk
Robert Sarner
Andrew Silow-Carroll
Constantin Von Hoffmeister
Ellen Ginsberg Simon
Mark Travers Ph.d