menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Gerçeğin canı cehenneme, bana hayallerimi verin: Bizi etkileyen romanlar II

25 0
15.06.2025

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

15 Haziran 2025

Bence hayat kötü tercüme edilmiş kitapları okumak için çok kısadır. Bu satırları aynı kitapları hem İngilizce hem de Türkçe okumak şansına sahip olmuş ve tercümanlık mesleğine teoride ve pratikte bulaşmış biri olarak yazıyorum. Okuduğumuz yabancı eserlerden en az yarısı kötü tercüme edilmiştir ve hepimiz yazarların vermek istediği mesajların önemli bir kısmını kaçırmaktayız.

Çevirmenler bazen milliyetçi ve kendilerine göre ahlaki nedenlerden ötürü kitabı kısaltıp sansürlerler. Bazen de engellerin etrafından dolanırlar.

Örneğin Antoine de Saint-Exupery ünlü eseri Küçük Prens'te büyüklerin ne kadar aptal olduklarını göstermek için onun yaşadığı yıldızı keşfeden Türk bilgininin konferansta Doğulu kıyafetiyle sunum yaptığı zaman inandırıcı olmadığını, ancak Batılı gibi giyindikten sonra herkesin onu alkışladığını yazar. Bu kıyafet değişikliğine neden olan faktörle ilgili paragraf okuduğum Türkçe çevirisinde kaybolmuştur.

Doğaldır ki bazen çevirmenler sistemsel nedenlerden ötürü iyi bir iş yapamazlar. Mark Twain'in siyahi karakterlerinin konuşmalarını İngilizce yazmak zordur, ama Türkçe yazmak neredeyse imkansızdır.

İyi bir çevirmen olmak için bir dili iyi bilmek yeterli değildir. Çevirmenlerin hedef kültür hakkında iyi eğitimli olmaları ve çevirecekleri eseri önceden okumaları ve bilgi toplamaları gerekir.

İyi bir çevirmenin Türkçeyi de çok iyi bilmesi gereklidir. O kaynak ve hedef kültür arasındaki farkları bilir ve metni buna göre uyarlar. Deyimler, atasözleri veya mizahi öğeler doğrudan çevrildiğinde anlamsızdır. Kültürel bağlamı dikkate alan bir çeviri metnin hedef okuyucuda aynı etkiyi yaratmasını sağlar.

Bu nedenle en iyi çevirmenlerimiz Nurullah Ataç, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sabahattin Eyüboğlu, Cahit Sıtkı Tarancı, Reşat Nuri Güntekin ve Sabahattin Ali gibi ünlü edebiyatçılarımızdır.

Atatürk, John Dewey ve Hasan Ali Yücel

Atatürk'ün önderliğinde kurulan genç cumhuriyetin en önemli önceliği eğitimdi. Kültür devriminin de birer parçası olarak köy enstitüleri kuruldu ve dünya klasikleri Türkçeye çevrildi. Atatürk'ten sonra ikinci rol modelim olan Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'in önderliğindeki Tercüme Bürosu tam 1247 klasiği dönemin önde gelen uzmanlarına çevirtti. Lütfen yukarıda linkini verdiğim bu üç çok özel insan hakkındaki yazımı okuyun.

Bu bağlamda zamanın Basın ve Yayın Genel Müdürlüğünün kütüphane müdürü olan ve ünlü müzik ve TV fenomeni İzzet Öz’ün annesi rahmetli teyzem Hikmet Saffet Omay’ı anmak isterim. Yeryüzündeki bir melek olan teyzem kütüphanesine gelen ihtiyaç fazlası dünya klasiklerini diğer kütüphanelere dağıtırdı. O küçük yaşımda Kadıköy’deki Bahariye İlkokulu'na kitap gönderilmesini ayarladım. Okulumuzun mütevazi kütüphanesi çok sayıda dünya klasiğiyle zenginleşti ve gözlüklerim biraz daha da kalınlaştı.

Günümüzde bu klasiklerin çoğunu İş Bankası yayınlarından bulabilirsiniz. Bazılarının dili biraz eski olmasına rağmen bugünün çevirilerinden çok daha iyidirler.

Bugün sizin önerdiğiniz süper romanlardan yedisine daha yakından bakmak istiyorum.

Hayallerimizi ve düşüncelerimizi hiç kimse bizden alamaz.

Miguel de Cervantes’in Don Kişot'u sadece bir roman değildir, roman sanatının doğum belgesidir. Bu dev eser modern bireyin doğuşu, aklın sınırları, hayal gücünün kuvveti, toplumun ikiyüzlülüğü ve insanın trajikomik halleri üzerine yazılmış belki en ölümsüz romandır.

Kahramanımız Don Kişot şövalye romanlarının etkisinde kalmış yaşlı, yoksul ve biraz çatlak bir asilzadedir. Elinde paslı bir mızrak, altında Rocinante adlı iskelet gibi bir at, kafasında kırık dökük bir miğfer ve kalbinde yüzyılların hayal gücüyle yola çıkar.

O zayıfları koruyacak, kötülüğü yenecek ve adaleti geri getirecektir. Etrafındaki dünya ise ne onun inandığı gibi soyludur ne de düşmanları gerçekten devlerdir. Ama bu önemli değildir. Çünkü Don Kişot’un savaştığı aslında gerçeğin kendisidir. O hayalin zaferine inanan gerçek bir hayalcidir.

Sadık hizmetkarı Sanço Panza ise toprağa daha yakın bir figürdür. Midesini düşünen, korkuları olan, gerçekçi bir köylüdür. Ama zamanla efendisinin hayali ona da bulaşır. Don Kişot’un deliliği bulaşıcıdır çünkü samimidir, inanç doludur ve insanidir.

Romanın kalbinde yatan bu ikili edebiyat tarihinin en mükemmel karakter çiftlerinden birini oluşturur. Don Kişot hayalperest, idealist ve romantiktir. Sanço Panza ise pratik, realist ve dünyevidir. Bu zıt karakterler arasındaki diyaloglar ve etkileşim felsefi derinliği komik bir dille aktarmanın eşsiz bir örneğidir. Zamanla Sanço'nun Don Kişot'tan, Don Kişot'un da Sanço'dan bir şeyler aldığını görürüz.

Cervantes’in dili keskin, mizahı zarif, duygusu ise derindir. Don Kişot bizi hem güldürür hem düşündürür. Çünkü Don Kişot’un dev sandığı yel değirmenleri hepimizin hayatında sistem, çıkarcılık, yozlaşma, kayıtsızlık gibi farklı kılıklarda karşımıza çıkar. Çoğumuz o savaşlardan bir gün vazgeçeriz. Ama Don Kişot'un pes etmeyişi bize insan ruhunun o eşsiz direncini hatırlatır.

Don Kişot çağları aşan bir vicdanın, hayalin ve umudun romanıdır. Belki bir delinin hikâyesidir, ama o delilikte hepimizin kaybettiği saflık, cesaret ve inanç gizlidir. Bence asıl delilik hayallerimizden vazgeçmektir.

Don Kişot sonunda yenilir, ama onurluca yenilir. Çünkü çağ yenilmiştir, ama ruh ölümsüzdür.

Borges "Her okur hayatında iki kez Don Kişot'u okumalıdır. Gençliğinde komedi olarak, olgunluğunda trajedi olarak" demiş.

Mihail Şolohov’un Ve Durgun Akardı Don’u Rus edebiyatının en görkemli epik eserlerinden biridir. 1928-1940 yılları arasında dört cilt halinde yayımlanan bu dev roman Don Kazaklarının trajedisini, devrim ve iç savaşın yıkıcılığını, insanlığın evrensel çelişkilerini etkileyici bir lirizm ve gerçekçilikle aktarır. Şolohov bu eseriyle 1965’te Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüştür.

Roman Don Nehri’nin kıyısında yaşayan Kazak toplumunun çalkantılı dönüşümünü anlatır. Şolohov Kazakların geleneklerini, inançlarını, savaşlardaki kahramanlıklarını ve devrimle gelen kaostaki çaresizliklerini olağanüstü bir detayla resmeder. Melekhov ailesinin kaderi üzerinden bireysel trajedilerin nasıl tarihin büyük çalkantılarına kapıldığını gösterir.

Romanın merkezinde Kazak kimliği ve insani değerler arasında bocalayan Grigori Melekhov vardır. Ne Çarlık ordusuna ne de Bolşeviklere tamamen bağlanabilen bu karakter vicdanıyla siyasi gerçekler arasında sıkışmış bir anti-kahramandır. Grigori’nin iç çatışmaları savaşın anlamsızlığını ve insanın aidiyet arayışını evrensel bir dille yansıtır. Onun trajedisi bir halkın trajedisidir.

Melekhov savaşla, ideolojiyle, aşkla, ailesiyle ve en çok da kendi vicdanıyla kavga eden bir adamdır. Ne beyazlara ne kızıllara tam anlamıyla aittir. Çünkü Şolohov’un Grigori’si bir fikir değil, karmaşık, çelişkili ve gerçek bir insandır. Grigori’nin yolculuğu bir insanın siyasi ve toplumsal çatışmalar içinde nasıl parçalandığını, ama yine de insan kalmaya nasıl çabaladığını anlatır.

Romanın kalbinde Don Nehri vardır. Sadece bir nehir değil, roman boyunca akan bir bilinç, bir kader çizgisi gibidir. Bazen ana karakterlerden bile daha canlı, daha kararlı görünür. Savaş ne kadar yakıp yıksa da Don hep durgun, ağırbaşlı, ama unutmazcasına akar.

Şolohov’un başarısı yalnızca karakter yaratmakta değil, bir çağın ruhunu yakalamakta yatar. Romanı okurken Kazak köylerinin tozunu, askeri kampların vahşetini, aşkın çekiciliğini ve savaşın gürültüsünü hissederiz.

Şolohov Birinci Dünya Savaşı, Rus Devrimi ve İç Savaş gibi tarihin en karanlık dönemlerini belgesel bir gerçekçilik ve şiirsel bir dille anlatır. Don steplerinin doğasını neredeyse bir karakter gibi işler. Mevsimlerin değişimi, nehrin akışı, atların koşusu insanın........

© T24