menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Venedik’te ütopyalar yarışıyor!

36 13
23.05.2024

Diğer

23 Mayıs 2024

Venedik'te aldım bu notları.
Harry's Bar'ın o köşesinde,
yaşlı hatıralarla oturup
bir yazı bekleyecektim.
Ama olmadı,
yazım İstanbul'a kaldı.
Öğle vakti barın kapısını açtım,
tıklım tıklım doluydu.
Hemingway'in barının
o köşesine ilk defa
1984 yılında oturmuştum.

Yıllar ne çabuk akıp gidiyor.
O barda, o akşamı anımsıyorum.
Çoktan bir başka diyara uğurladığımız
Peter Galliner ev sahibi...
Uluslararası Basın Enstitüsü
Genel Sekreteri’ydi,
ben de Yürütme Kurulu üyesi.
Kültürle, ifade özgürlüğüyle ilgili
bir konferans için Venedik’teydik.
Ben de bir konuşma yapmıştım.
Konusu, 12 Eylül askeri yönetimi
zamanlarında radyo-tv tekeline sahip
TRT'de "yasaklanan sözcükler"e dairdi.
Sözcüklerin özgürce uçuşamadığı
bir dönemi bu yasaklarla
anlatmaya çalışmıştım.
Konuşmamın ilgi çektiğini ise
akşam Harry’s Bar’da fark etmiştim.
Alman kültür dünyasının
"edebiyat çarı"
Marcel Reich-Ranick’le
yasaklar üzerine sohbet etmiştik.
Frankfurter Algemeine Zeitung
gazetesinin kültür-edebiyat bölümünü
yöneten Reich-Ranick,
o yasakları kendi hayatında yaşamıştı.
Marcel Reich-Ranick
bir Polonya Yahudisi’ydi.
Hitler ordularının Polonya işgalini
Varşova Gettosu’nda yaşamış,
ailesini Treblinka’da,
gaz odalarında kaybetmişti.
Komünist de olmuş, sonra soğumuştu.
O gece Harry’s Bar’da benimle özgürlük
ve insan hakları üzerine konuşmuş,
Türkiye’yi, askeri yönetimi merak etmişti.
Sonraki yıllarda
kendisini izlemeye çalışmıştım.
1990’lı yıllarda çıkan
Mein Leben (Hayatım)
isimli kitabını bir solukta okumuştum,
ne hayatlar var diye diye..

Günlüğümü karıştırıyorum.
Venedik, 2013 yılı Eylül ayı,

Notlarımın arasında,
ya hayallerim tükenirse,
diye bir cümle...
Sabahın erken saatleri.
Turistlerden olabilecek en uzak bir yerde
ama yine kanala açılan
daracık bir ara sokakta,
kiliseye bitişik bir kaldırım kahvesi.
Kimsecikler yok, etraf tenha.
Bilgisayarımı açtım,
günün ilk kahvesiyle
yazıyı bekliyorum.
Sabah sabah hüzünlü bir keman sesi...
Kilisenin önünde
saçı sakalı birbirine karışmış
pejmürde bir adam,
başında kasketi,
ayakta dikilmiş keman çalıyor,
kemanının kutusunu da önüne açmış...
Cıvıl cıvıl iki kız çocuğu,
on on iki yaşlarında,
şarkı söyleyerek neşe içinde
önümden geçerken
benimle de eğleniyorlar,
İçim ısınıyor.
Bazen sözcükleri bulmakta zorlanıyorum.
Çok çabuk geçen yılların ürünü olabilir mi?..
Annesi bağırdı,
oğlan çocuğu topuyla eve girdi
istemeye istemeye...
Oysa benim ilgimden memnundu.
Ben kendisini izledikçe,
topa daha sert voleler çakıyordu.
İnsanoğlu böyledir, ilgi bekler.
Ayaklarımın arasında güvercinler dolaşıyor.
Kilisenin çanları...
Kaç kez geldim,
hiç değişmiyor Venedik...
Çekiciliğini de kaybetmiyor.
Yaşayan bir müzenin içinde,
tarihle flört edercesine
bir duyguyla gezip duruyorum
her seferinde...
Venedik Bienali’nin girişinde
136 kattan oluşan
hayali müze hoş geldiniz diyor.
Sanatçı Marino Auriti’nin
1955’teki bir ütopyası
bu yılki bienalin esin kaynağı olmuş...
Venedik’te zaman geçiren herkes,
öyle sanıyorum ki, hayaller kurar.
Bu şehir insanın hayallerini besler.
Kimi geçmişe, kimi geleceğe doğru
yolculuğa çıkar.
Ben de öyle...
Benim hayallerim nedir?
Bir kitap, bir kitap daha...
Ya hayallerim tükenirse?..
Ya geleceğe dair hayaller kuramayacağım
günler gelip çatarsa?..
Ya da geleceğim sadece geçmişten
ibaret kalırsa?..
Ya etrafıma, Amin Maalouf’un
Uzak Limanlar” romanındaki
kahramanına söylettiği gibi,

Hayır kızım,
beklediğim yarınlar
hiç gelmedi,

demeye başlarsam?..
Ne tuhaf heykeller!
Kocaman kocaman.
Gri, kurşuni, çamurdan gibi.
Yüzler belli belirsiz.
İnsanın içini kasvetle daraltıyor,
hüzün veriyor.
Ama düşündürüyor,
bu heykeller neden bu kadar kurşuni,
neden bu kadar gri, melankolik diye..
Kim bilir belki de heykeltıraşın
uzun hayatında yaşadığı acılardır
bu kasvetli duyguların altında yatan...

Adı, Hans Josephsohn, Kaliningrad,
eski adıyla Königsberg doğumlu.
1920'de doğmuş, 2012'de ölmüş.
Doğu Prusya’dayken Hitler’den kaçıyor.
Floransa’da okurken faşizm yüzünden
yine tası tarağı toplayıp gidiyor,
İsviçre’ye kapağı atıp
bir daha da yerinden
ölene kadar hiç kıpırdamıyor.
Bienal haberine başlık atmış:

Venedik’te ütopyalar yarışıyor!

Benim ütopyam var mı?
Ya da hiç oldu mu?
Yoksa hep hiç gerçekleşmeyecek
hayallerin peşindeki nafile koşularla
nefes nefese geçen bir hayat mı benim ki?..
Hatırlıyorum, Bodrum'da, Türkbükü’ndeki
o lokantadaki adamı.
1990’larda ne zaman karşılaşsak,

Hasan Bey, lütfen biraz demokrasi!

diye tatlı tatlı kafa bulurdu benimle...
Güzel bir sürpriz!
Bienalin girişinde,
Arsenale’de Yüksel Arslan’ın
eserlerinden bir yumak,
Marks’ın koca kafası...
Selçuk Demirel tanıştırmıştı beni
Yüksel Arslan'la, Paris’te bir akşam yemeği
yemiştik St.Germain’de...
Arjantin pavyonunda Evita Peron.
12 Eylül günlerinin
karanlık Ankara’sında
ne çok dinlemiştik,
Don’t Cry For Me Argentina şarkısını...
Venedik Bienali’nde
güzel bir sürpriz daha:
Ali Kazma’nın Rezistans’ı...
Çarpıcı, düşündürücü
bir video enstelasyonu...
Özellikle Türk bayrağının önünde
vücut yarıştırma müsabakası........

© T24


Get it on Google Play