menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Hegemonik devlet söyleminin patolojik izi: Nazım Hikmet’in mezarı

19 1
06.06.2025

Diğer

Konuk Yazar

06 Haziran 2025

3 Haziran 1961, Nazım Hikmet’in vefat günüydü. Bu devasa şair dünyadan ayrılalı 62 yıl olmuş. Nazım Hikmet bugün artık şairliğinin çok ötesinde bir anlama sahip. Savunduğu görüşler başka bir zemine kaydı. Reel politik içinde yaşanan bu durumun Nazım Hikmet’in şiiriyle ilişkisi muhakkak ki, var ama bu büyük şiir zaten bir ‘ideal’ şiiriydi, o bakımdan politik gerçekliğin somut katılığı şiirin özünü etkilemez. Yine de daha önemli bir nokta var: Nazım Hikmet, baştan beri, Türkiye’de devletin kendisini aklamasının, haklılaştırmasının, kendisine ait mutlak karar verme yetkisi anlamına gelecek şekilde istisna hali yaratmasının ve sürdürmesinin somut sembolüdür. Bu yazıda söz konusu devlet pozisyonun Nazım Hikmet’in mezarının Moskova’da olmasıyla ne kadar doğrudan bir ilişkisi olduğunu ele alacak, o mezar Türkiye’ye getirilmeden bu durumun aşılamayacağını göstereceğim. Bunu yaparken, meseleyi basit bir polemik olmaktan çıkarmak için Nazım Hikmet’in şiiri ve alımlanması üstünde duracağım. O parabol çizilmeden bahsettiğim gerçek yerli yerine oturmaz. Yine de yazının temel iddiasıyla ilgilenenler doğrudan son bölümü okuyabilir.

I

Nazım Hikmet’in ölümüne dair hafızamda bir kayıt yok, doğallıkla. Ama daha 1968-69’dan itibaren adını çevremde, evde çok duymaya başlamış ve şiirlerini bulma telaşına düşmüştüm. Amcamın, zamanında Bizim Radyo’da Nazım Hikmet’in yaptığı konuşmaları dinlediği söylenirdi. 1968, öğrenci olaylarının başladığı yıldı ve o dönemin gençliği Nazım Hikmet’i bir tür bayrak yapmıştı kendisine. Bir sabah bir duvarda ‘bir ağaç gibi tek ve hür/ ve bir orman gibi kardeşçesine’ mısralarını görüp çarpıldığımı şu an gibi anımsıyorum.

Sonra zannederim anlatılan olayların tesiri altında, elime nasıl geçtiğini bir türlü çıkaramıyorum; A. Kadir’in, 1938 Harp Okulu Olayı ve Nazım Hikmet: Faşizmin Azmaya Başladığı Yıllarda Bir Avuç Harp Okulu Öğrencisi Nasıl Ezilmişti? başlıklı kitabını okudum. Daha o zaman kitabın ve kapağının çok güzel olduğunu düşünmüştüm. Sonradan baktığımda Sait Maden’in o kapağı tasarladığını ayrımsadım. Boşuna değil! Kitap da seller sular gibi okunuyordu ve nefis bir Mayıs sonu öğleden sonrasında, Ankara’da, Adakale Sokağındaki evin sokağa bakan odasında kitabı nefes nefese okurken, daha o çocuk yaşımda ne kadar hüzünlü bir metin olduğunu da fark etmiştim.

Asıl çarpıcı olanı kitaptaki ‘hep bir ağızdan türkü söyleyip/her birlikte sulardan çekmek ağı/ demiri oya gibi işleyip hep beraber /hep beraber sürebilmek toprağı/ ballı incirleri hep beraber yiyebilmek/ yârin dudağından gayrı her şeyde/ her yerde/hep beraber/ diyebilmek için/on binler verdi sekiz binini’ mısralarıydı. Çarpılmış, hemen ezberlemiştim. Sonradan Tuncel Kurtiz’in eşsiz menentsiz bir yorumla sahneye uyarlayacağı, bazen tek başına, bazen bir koro/grupla oynayacağı Şeyh Bedrettin Destanı’ndandı bu dizeler. (Tuncel’le 1993’ten kadar çok yakın dostluk ettik. Onu ilk kez Viyana’da bu oyunu sahnelerken gördüm. Akşamına dost olduk ve son zamanlarına değin bu büyük oyuncuyla Şeyh Bedrettin Destanı’nı konuştuk. Her defasında farklı bir yorum geliştiriyordu kafasında. Ne diyeyim, eserini tamamlayamadan gitti.) Ardından, karısı için Ankara Hapishanesinde yazdığı, 3. Bölümü meşhur ‘bugün Pazar/bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar’dizeleriyle başlayan uzun şiiri geliyordu. Aklım başımdan gitmişti. Soluğu, sol kitapların satıldığı Zafer Çarşısında almış, Dost Yayınları’nın bastığı Destanı edinmiş, de Yayınları’nın cilt cilt yayınladığı Memleketimden İnsan Manzaraları’nı almış, diğer kitaplarına dalmıştım. Celal dayımın bu konulardaki desteğini unutamam. Kitapların tesirinden günlerce kurtulamamıştım. Nazım Hikmet, hayatıma girmişti, varsa yoksa Nazım Hikmet’ti.

O kitapları da diğerlerini de sonradan defalarca okudum. Nazım Hikmet şiiri hakkında yazılar yazdım. Birçok kitaplar ve yazılar kaleme alındı o büyük ve kütlesel (‘kitlesel’ değil) şiir için, Türkçede ve yabancı dillerde. Çünkü, Nazım Hikmet Türkçe dışındaki dillere ilk çevrilen ve ilk ‘enternasyonal’ şairimizdir. Yine de ben o bu büyük şairin şiirlerinin Türkçede yeterince soğrulduğu kanısında değilim. Örneğin, hakkında başlı başına bir yazı yazmadığım için çok eksiklendiğim İnsan Manzaraları’nın ve o kitaba parça parça saçılmış ideolojik değerlendirmelerin, bir de kitabı boydan boya kat eden akıl almaz şiddetin henüz algılanıp yerli yerine oturtulmadığı bence açıktır.

Galiba Nazım Hikmet için iki büyük değerlendirme döneminden söz edilebilir. Birisi her bakımdan yasaklı olduğu yıllarda, sadece ‘komünist şair’ olarak görüldüğü ve şiirlerinin salt bu cepheden, o veçhesiyle okunduğu dönem. (Oysa elimde birkaç eski antoloji var. Bunların en ilginci 1935 yılında ‘La Direction General de La Presse Au Ministere de L’Interieur’ (İçişleri Bakanlığı Basın Genel Müdürlüğü-bugünkü Basın Yayın Genel Müdürlüğü) tarafından hazırlanan Anthologie des Ecrivains Turc D’Auhourd’hui (Günümüz Türk Yazarları Antolojisi) adlı kitaptır ve Nazım Hikmet kitapta yer alıyor. Nazım Hikmet’e, hemen başlangıçta, Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Ziya Gök Alp (böyle yazılmış) Kemaleddin Kâmi ve Faruk Nafiz’den sonra yer verilmiş. Zaten, toplam 11 şair var.

Sonrası malum. Kabul edilen anlatıya göre Atatürk hasta düştükten sonra bilhassa Mareşal’in itmesiyle Nazım Hikmet’in başına, A. Kadir’in yukarıda andığım kitabında ayrıntılarını anlattığı belalar sarılır, 18 yıl hapse mahkûm edilir, 1950’ye kadar da 13 yıl yatar. Muhtemelen o yıl DP’nin iktidar cülusu olarak çıkardığı af kanunu olmasaydı daha yatacaktı ve hapiste ölecek veya öldürülecekti ki, af yasasının ilk haline Nazım Hikmet dahil edilmemiştir, büyük şair uluslararası ve ulusal kamuoyunun ağır baskısı sonucu salınmıştır. Bir yıl sonra da etrafındaki ölüm çemberinin daraldığını görerek, baba bir kız kardeşi Melda’nın eşi genç Refik Erduran’ın yardımıyla Türkiye’yi terk edecektir. Nazım Hikmet Türkiye’de bilinç dışına itilmiş bir şairdir artık.

Nazım’ın kararı bir vehme değil bal gibi art arda gelen bir dizi olaya, daha doğrusu gerçeğe dayanır.

Birincisi; Sabahattin Ali, Bulgaristan’a giderken başı taşla ezilerek öldürülmüştür. Öldürülmeden önce Tek Parti döneminde iki kere hapse girmiştir. Bulgaristan’a gitme kararını vermeden önce de üçüncü kez hapse girmek üzeredir. Gökçer Tahincioğlu’nun çok önemli çalışması Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm art arda gelen olayları ve daha da önemlisi hem resmi anlatıyı (Ali’yi yurt dışına kaçıran kişi onun anlattıkları karşısında milliyetçi duyguları kabardığı için öldürmüştür) hem gayrı resmi anlatıyı (Ali, Emniyet’te işkencede öldürülmüştür) inceden inceye irdeler ve can alıcı noktalara temas eder. Çözümlemesinin en önemli bulgularından biri Ali’nin yakın takip altında tutulduğudur ve yurt dışına çıkışından devletin, Tek Parti yönetiminin, haberi vardır, devlet cinayetin önünü açmıştır. (Aziz Nesin hakkındaki spekülasyonların ise benim indimde hiçbir hükmü yoktur.) Beterin beteri ise, Ali’yi öldürenin iki yıl sonra elini kolunu sallayarak hapishaneden tahliye edilmesidir. Bu kadarı yeter!

Nazım Hikmet’in kararında etkili olan ikinci husus, Ankara DTCF’de yaşananlardır. Niyazi Berkes’in anılarına verdiği adla ‘Unutulan Yıllar’, Attila İlhan’ın adlandırmasıyla ’40 karanlığı’ içinde, 1948 senesinde Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde, Dekan Prof. Enver Ziya Karal’ın Doçentler Behice Boran, Niyazi Berkes, Pertev Naili Boratav’ın görüşleri ve fiilleri aleyhine yazdığı rapordur. Hocalar, Zekeriya Sertel’in o sırada yayınlamaya başladığı Görüşler dergisiyle irtibatlandırılmaktadır. Neticede olanlar olur, Muzaffer Şerif, Pertev Naili Boratav, Mediha (Berkes) Esenel, Niyazi Berkes, Behice Boran okuldan uzaklaştırılır, haklarında soruşturmalar açılır. Onları savunduğu gerekçesiyle, milliyetçi (!) öğrenciler Dekan Şevket Aziz Kansu’yu darp eder, istifaya zorlar.

Üçüncü husus, Tan Matbaası olayıdır. Matbaa, 4 Aralık 1945 günü basılır, yağmalanır. (Saldıranlar arasında bizzat Süleyman Demirel vardır.) Sahibi Zekeriya Sertel, Görüşler adlı bir dergi çıkarmaktadır ve o sırada CHP’den ayrılmak isteyen, o hareket içinde bulunan Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan, Fuat Köprülü, Sertellerle yakınlaşmıştır. Elimde tuttuğum Görüşler dergisinin 1. sayısı 24 Kasım 1944 günü basılmıştır ama 1 Aralık 1945 tarihlidir. CHP’li politikacıların gazeteye katkıda bulunacağı belirtilmektedir. Ayrıca Aziz Nesin, yukarıda andığım DTCF hocaları, Mehmet Ali Aybar, Sabahattin Ali gibi sol yazar ve düşünce insanları gazete etrafında birleşmiştir. Sabiha Sertel’in anılarında yazdığına göre, her zaman ‘derin’ olan devlet harekete geçer ve 4 Aralık günü matbaa yağmalanır. (Daha sonra benzeri bir olay 6-7 Eylül 1955’te gerçekleşecektir. Ne yazık ki, onlara çok yakın bir hareket, yılların ardından 1964’te, Süleyman Demirel’in içeride bulunduğu bir sırada Adalet Partisi genel merkezine karşı düzenlenecektir. Dediğim gibi, o Demirel, Tan olaylarında mevcuttur. Bu kadar çelişkili ve hazin bir tarih olabilir mi?) Serteller, Nazım Hikmet’in Türkiye dışına çıkmasından sonra 1951’de ülkeyi terk edecektir. Bütün bu tarih Sabiha Sertel’in Roman Gibi adlı anı kitabında izlenebilir, ama çok yürek parçalayıcı bir tarih olarak.

Bir adım geriye gidelim. Şimdi, Nazım Hikmet hapisten çıkmıştır, ekmek parası için gece gündüz çalışmaktadır, oğlu Mehmet dünyaya gelmiştir ama askere çağrılmaktadır. Yaşı 50’yi bulmuştur. Ne askerliği? Üstelik Bahriye Mektebinde okumuştur. (Necip Fazıl’ın aynı okulda iki sınıf üstüdür.) Askerlik bir bahanedir, Nazım Hikmet, gün gibi aşikardır, o kılıf içinde öldürülecektir. Hapishanenin yapamadığı bir şekilde yerine getirilecektir. Üstüne üstlük kalp hastasıdır. Yakın çevresi aynı baskıya maruz bırakılmıştır. Kendisine yardım edenler (başta İpekçi ailesi) uyarılmaktadır.

Sonunda yurt dışına çıkma kararı verilir. Karar dönemini kendisi anlatır. (Nâzım Hikmet. Konuşmalar. 3. Baskı. Adam Yayınları, 1993, s. 46.) O karar evresinde Nazım Hikmet, Komüntern’le, TKP’yle, Moskova’yla önceden ilişki kurmuş mudur? Tam bir şey söylemek olanaksız. Ama Erduran’ın anlatısı, Romanya bandıralı şilebin kendisini hemen kabul etmemesi, buna mukabil Moskova’ya sorduktan sonra içeri alınması bir plandan çok Nazım Hikmet’in şahsiyetine duyulan ilgiyi oryaya koyar. Üstelik Moskova’ya vardıktan sonra verdiği raporda Türkiye’de bulunan bazı kişilerin (Serteller, Mehmet Ali Aybar, Kemal Tahir) dışarıya çıkmalarının sağlanmasındaki zorunluluğu vurguladığını biliyoruz. (Bu kişiler arasında sadece Serteller dışarı çıkıp Paris’e gitmiştir. Ayrıntılar, bahsettiğim anılarında mevcuttur.)

Buraya kadar söylediklerimin içinden somut bir sonuç kıvrılıp çıkıyor. Yurt dışına çıktığında Nazım Hikmet, devlet tarafından lanetlenmiş bir şairdir. İktidarın el değiştirmesi laneti ortadan kaldırmıyor. Tek Parti diktası kadar yeni ve ‘demokratik’ (!) DP dönemi de Nazım Hikmet’e ve sola karşı aynı vahşice duygular içindedir. (Kendi tabiriyle ‘devrimin hizmetinde’ Şevket Süreyya’nın, Moskova arkadaşı Nazım Hikmet’i o devletle ‘barıştırmak’ için 1930’ların sonuna doğru Ankara’da neler yaptığı anılarında kayıtlıdır. Ayrıca Attilâ İlhan’ın O Karanlıkta Biz adlı romanı da dönemi bütün çarpıcılığıyla verir.)

Nazım Hikmet’in devletle uzlaşık olduğu asla söylenemez. Tam tersine, o da mangal gibi yüreğiyle, ‘Ben,........

© T24