menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Müzik nasıl öğrenilmeli?

31 12
17.08.2025

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

17 Ağustos 2025

Zaman zaman sosyal medyadan bana ulaşan müzik sevdalısı gençler oluyor. Kimisi ders almak istiyor, kimisi de yaşadığı bölgede kendi imkanlarıyla müzik konusunda kendisini nasıl geliştirebileceği hakkında fikirlerimi soruyor.

Öncelikle, ders vermiyorum. Bir dönem verdim, yıllar önce bıraktım. Zamanımı başka türlü değerlendirmeyi, geçimimi başka yollarla sağlamayı tercih ediyorum. Ancak bu, eğitim ve öğretimi önemsemediğim anlamına gelmiyor. Aksine, bu konuyu o kadar tutkuyla önemsiyorum ki, bana o gençlerden gelen mesajların hepsini uzun uzun yanıtlıyorum; bazen böyle bir mesajı gördüğüm anda o anki tüm işimi gücümü bırakıp bir yerlere geç kalma pahasına saatlerce cevap yazıyorum!

Bugüne kadar bu yazının onlarca varyantını yazmışımdır, her seferinde farklı bireylere. Bundan sonra soranlara bu linki vereceğim:)

Önce müziğin -kanımca- nasıl öğrenilmemesi gerektiğinden başlayalım. Yer yüzünde her gün binlerce çocuk, genç veya yetişkin müzik öğrenmeye heves ediyor -veya ebeveyni tarafından buna yönlendiriliyor- ve müziğin işleyişi konusunda hiç bir şey bilmeden bir özel hocaya, kursa veya okula başvuruyor. Sonra? “Bak, bu piyano. Kapağı böyle açılır. Tabureye böyle oturulur. Elini şöyle koy... öyle değil, böyle koy... Bak bu Do, bu da Re... hayır Fa orada değil, burada... haydi, bir, iki, üç, dört...”

Bence bu yöntem, henüz konuşmayı sökmemiş bir bebeğe gramer dersleri vererek Türkçe öğretmeye çalışmaya benziyor! Sonuç: yer yüzünde yüz binlerce amatör, yüzlerce ders aldıktan sonra bile müziğin özünde ne olduğunu anlamadan, bir müzik çalgısını mekanik bir görevi yerine getirir gibi çalıyor. “Şu tuşa basınca Mi sesi çıkıyor, şuna basınca Re diyez... sonra tekrar Mi... doğru sırayla bastım mı... işte bak, Für Elise’yi çalıyorum! Ne güzel!”

İnsanlar bundan belli bir zevk de alıyor... ama uğraştıkları şeyin işleyişini bilmeden. Aldıkları zevk, bir yapbozun parçalarını birleştirince ortaya çıkan manzaradan alınan zevk gibi. Resmi başkası çizmiş, biz sadece ortaya çıkarıyoruz; hayatımızda resim çizmemiş bireyler olarak.

Aslında sadece amatörler değil, profesyonel müzisyenler arasında da Klasik Batı Müziği eğitimi almış olanların bir çoğu aynı karanlıkta yaşıyor. Yıllarını verip çalgılarında ustalaşıyorlar. Önlerine konan notayı kolaysa ilk bakışta, zorsa bir süre çalıştıktan sonra gayet güzel çalabiliyorlar; hazır hale gelen eserleri konserlerde ve kayıtlarda dinleyicilere sunarak belli bir zevk alışverişinde bulunuyorlar. Ama kendileri müzik yaratmıyorlar!

E, diyeceksiniz, ne var bunda? Müziği yaratanlar besteci, yorumlayanlar icracı. İcracı neden müzik yaratsın ki?

Ben diyorum ki müzik bir dildir! ...ama bu insanlar o dili konuşmuyor. Sadece dilin seslerini çıkarmaktan ve ses dinlemekten zevk alıyorlar. Dili konuşmadıkları için o dilde cümle kuramıyorlar (yaratmıyorlar).*

Hiç Türkçe bilmeyen ama sesleri taklit etme konusunda yetenekli bir Çinliyi alalım. Ona hiç Türkçe öğretmeyelim, ama İstiklal Marşı’nı ezberletelim. Hecesi hecesine, doğru telaffuz edene kadar. Hatta, şiir okuyuşuna dramatik etki katmak için vurgulamaları üzerine de iyice çalışalım; belli sözcüklerin üzerinde dursun, belli yerlerde sesini yükseltsin, belli yerlerde gözünü kıssın, biraz da aktörlük yapsın -asla ağzından çıkan seslerin anlamını bilmeksizin-. Aylarca çalışsın. Sonra onu millî duyguları sağlam bir kitlenin önüne çıkartalım, ezbere okusun 10 kıtayı. Alın size tipik bir klasik müzik konseri! Sonuç “başarılı” olacaktır. Çinli dersini iyi çalışmışsa şiiri gayet güzel okuyacaktır; dinleyiciler de duygu seline kapılacaktır.

Aslında az şey değil! Ama buz dağının tepesi bu. O Çinli bir bilse, bu şiirin kurtuluş savaşı henüz devam ederken yazıldığını, o sırada geleceği belirtiz ulusumuzun nasıl bir tehlike içinde olduğunu, dolayısıyla “Korkma!” diye başlamanın anlamını; bilse Türk tarihini derinlemesine, Türklerin “ezelden beri hür” yaşadığını, bunca yüzyıl hür yaşamış bir ulus için “zincire vurulmanın” nasıl kabul edilemez olduğunu, “istiklal” yoksa ölümü yeğleyeceğimizi... O Çinli bir bilse Türkçeyi, önce temel düzeyde öğrenmiş olsa, sonra ilerletmiş olsa, edebiyatımızın büyük isimlerinin eserleriyle hemhâl olmuş olsa; bir sancağın şafaklarda “yüzmesi”nin ve bir “mâbedin göğsüne namahrem eli” değmesinin nasıl incelikli mecazlar olduğunun farkında olsa... Ne çok şey değişir, değil mi? Şiiri okurken telaffuzunda değişen bir şey olmaz. Şiir aynı şiir. Ama onca anlamı bilmek, hissetmek, içselleştirmek... ve onu aynı şekilde içselleştirmiş olanlarla paylaşmak... bambaşka bir derinlik!

Tekrar söylüyorum, müzik bir dildir, a dostlar! Konuştuğumuz dilde her birimizin bir repertuvarı var mı? Sadece ezberlediğimiz metinleri mi okuyoruz birbirimize? Klasik eğitimli bir piyanistin ezberleyip konserinde çaldığı Bach prelüd-füg, Beethoven sonat, Chopin etüt birer şiir gibidir. Onlar üzerlerinde çok düşünülmüş, tasarlanmış eserlerdir, elbette ki ezberleyip “sunmak” için varlar. Ama onları yaratmak için kullanılan malzeme, günlük iletişimimiz için kullandığımız dilden farksız. Onları yaratanlar bu dili konuştukları için yaratabiliyorlar. Uygulayıcının dili konuşmaması için bir neden var mı?**

Konuştuğumuz dil nasıl isim, sıfat, bağlaç gibi belli sırayla kullanılan ama belli bir esnekliği de olan unsurlardan oluşuyorsa, müzik de öyledir. Bir roman bölümlerden oluşur. Bölümler paragraflardan oluşur. Paragraflar cümlelerden, cümleler kelimelerden, kelimeler hecelerden, heceler harflerle ifade edilen seslerden. Bunların bir araya gelerek oluşturduğu bütünün tek bir amacı vardır: fikirleri ve duyguları aktarmak. Aynı şekilde bir senfoni de bölümlerden oluşur. Bölümler alt bölmelerden, pasajlardan, müzik cümlelerinden oluşur. Müzik cümleleri ise daha küçük cümleciklerden, o cümlecikler daha küçük nota kümelerinin oluşturduğu motiflerden, o motifler notalardan, ritimlerden, tınılardan oluşur. Bu bütünün de amacı aynıdır: fikir ve duyguların aktarımı. İletişim! Müzik sözlüyse iletişim daha spesifiktir, fikir aktarımı ve hikaye anlatımı daha yoğundur; müzik enstrümantalse duygu aktarımı ön plandadır.

Müziğin yapısı dil kadar karmaşıktır. Uçsuz bucaksız bir matematik! Bu nedenle müzik öğrenmeye sıfırdan ders alarak başlayan insan karşısında dağ gibi bir kurallar yığını bulur. Bu kuralları ezberlemeye ve uygulamaya çalışırken insanın zihni yorulur. O kadar yorucudur ki bu yol, başlayanların bir çoğu yarı yolda işi bırakır, o çalgı evde süs eşyası gibi kalır. Bırakan insanlar -ve müziğe hiç başlamamış olanlar- ipin ucunu bırakmamış olanlara, yani biz müzisyenlere müstesna birer yetenek sahibi özel kişiler gözüyle bakar.

Oysa iddia ediyorum ki, Türkçe konuşabilen, okuyup yazabilen herkes bir müzik aletini çalabilme, müzik okuyup yazabilme, yani beste ve doğaçlama yapabilme kapasitesine sahiptir -“Yetenek” diye algıladığımız şeyin ne olduğuna dair görüşlerim için bu yazıma göz atabilirsiniz-.

Bu kapasitenin bütünüyle ortaya çıkabilmesi için müziğin bir dil gibi öğrenilmesi gerektiğini savunuyorum.

Hatırlayalım: dilimizi nasıl öğrendik? Dünyaya geldiğimiz andan itibaren her gün etrafımızda bizimle ve birbiriyle konuşan insanlar oldu. Her gün saatlerce Türkçe’ye maruz kaldık. Bir süre sonra Türkçe’nin seslere dayalı bir iletişim sistemi olduğunu, her gün gördüğümüz insanların bu sesler yoluyla birbirleriyle anlaştıklarını fark ettik. Biz de doğduğumuz günden itibaren doğal olarak vücudumuzun ses çıkarma kapasitesini kullanmaya başladık. Ancak başlangıçta bunu iletişim için yapmıyorduk. Henüz bizim için “dil” diye bir şey yokken bile ağladık, güldük, her tür duygumuzu ses çıkararak ifade etmeye koyulduk. Biraz zaman geçtikten sonra seslerle deneyler yapmaya başladık. “Geg geg geg geg geg geg!... Uvvvaaa!... Bbbbbbb... (A, bu ne ilginç bir sesmiş! Haydi tekrar deneyeyim:) Bbbbbbb... Bbbbbbbbrrrr... (Sevdim! Madem yapabiliyorum, bundan sonra her gün Bbbbbbb diyeceğim!)... Bbbbbbrvvvv... Aaaavvvbbbbrrr!...”

Bebeğin ilk çıkardığı sesten, ilk kelimesini söylediği âna kadar toplam kaç gün, kaç saat insan seslerine maruz kaldığını ve toplam kaç saat kendi ağzıyla anlamsız sesler çıkarmanın tadını çıkardığını tahmin edebiliyor musunuz? Bu sırada kaç kere birileri ona “baapıyoçun çen?!” veya “acıktın mı?” demiştir dersiniz? O aşamadan sonra bebek “meme ver” veya “kuş uçtu” gibi ilk kısacık cümlelerini kurana kadar kaç ay, kaç gün, kaç saat geçer? Gününün ne kadarını seslerle iletişim kurmaya ayırır? Haftasonları falan buna ara verir mi? Bebek büyüyüp de çocuk olana kadar ve o çocuk daha karmaşık cümlelerle kendini ifade etmeye başlayana kadar kaç yıl geçer? Peki bebeğin öğretmeni var mıdır? Anne baba onunla........

© T24