menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Ahenkten kopuşun öyküsü

13 0
28.09.2025

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

28 Eylül 2025

Geçen haftaki yazımda müzikte ahengin nasıl bir şey olduğundan bahsetmiştik. Bütün müziklerin uyumlu (konsonant) ve uyumsuz (dissonant) aralıklar üzerine kurulu olduklarını söylemiştik. Uyumlu aralıkların ağırlıklı olduğu bir müziğin insanda olumlu duygusal etkileri olduğunu, uzun süre yüksek dozda uyumsuz aralıklara maruz kalmanın da insanda olumsuz etkiler yaratabileceğini söylemiştik.

Bu hafta ahenk olgusunun müzik tarihindeki yerinden, 20. yüzyılda yaşadığı dönüşümden, ahenk bakımından zengin olan ve olmayan müziklerin akıbetinden söz edeceğiz.

Başlamadan önce bir parantez: niyetim uyumsuz aralıklarla yapılan "dissonant" ağırlıklı müziği sizlere kötülemek değil. Aralarında büyük ustaların kaleminden çıkma şaheserler var. Ahenkli ama zevksiz, dengesiz, banal eserler yaratılabileceği gibi; ahenksiz ama incelikli, dengeli, insanı derinden etkileyen eserler de yaratılabilir, yaratılmıştır.

Dissonans kavramını Türkçeleştirirken "ahenksiz" kelimesini kullanmam tartışılabilir. Sonuçta olumsuz bir anlamı var bu kelimenin. Bu türden müzik yapan dostlarım var, tüm bestecilik kariyerini bu tür müzik üzerine kuran kuşaklar var. Beni uyarıp, "bizim müziğimizin de kendine göre bir ahengi vardır. Bu farklı ve geçerli bir estetiktir!" diyebilirler. Amenna, evet, farklı ve geçerli bir estetiktir, dışlamıyorum, küçümsemiyorum. Ahenksiz yerine başka ne denebilir, bilmiyorum ama onu da tartışmaya hazırım.

Tek söylemek istediğim şudur: uyumlu ve uyumsuz aralıkların doğası gereği, biri insanda pozitif duyguları tetikler, diğeri negatif duyguları tetikler. Negatif veya olumsuza alternatif olarak önerebileceğim nötr kelime: "provokatif" veya "kışkırtıcı". Dissonant aralıklar insan kulağını provoke eder, kışkırtır, uyarır, dürter, dikkatini celbeder, ama yoldan geçen güzel bir kadının celbettiği gibi değil, parmağına -veya kulağına- batan bir diken gibi!

Sorulması gereken şudur: dinleyicinin dikkatini neye çekiyorsun ve ne kadar süreliğine çekiyorsun, ey besteci? Bundan ne sonuç bekliyorsun?

Bu soru bir köşede beklesin. Size yine bir dinleme listesi sunacağım. Bu seferki bir test değil. Sadece sırayla dinlemenizi öneriyorum. Bunlar yaklaşık olarak maksimum ahenkten minimum ahenge doğru sıraya dizdiğim kayıtlar. Parçaların tamamını dinlemeniz gerekmez. Birer dakika fikir vermeye yetecektir:

1- G. De Machaut - Douce Dame Jolie "Tatlı, Güzel Hanım" (12. yy)

2- G. P. Palestrina - Alma Redemptoris Mater "Kurtarıcının Lütufkar Annesi" (14. yy)

3- W. A. Mozart - Requiem'den Lacrimosa "Ağlamaklı" (18. yy)

4- F. F. Chopin - La Bemol Majör Polonez no. 6 Op. 53 (19. yy)

5- D. Ellington - Satin Doll (Th. Monk yorumu) "Saten Bebek" (1969)

6- I. Stravinsky - Nefesliler için Oktet (1923)

7- A. Yürür - Karanlık (1978)

8- L. Nono - Ricorda cosa ti hanno fatto in Auschwitz "Auschwitz'de sana ne yaptıklarını hatırla" (1966)

Bu müzikler size neler hissettirdi?

Yukarıdaki listenin konsonans-dissonans oranına göre dizilmekten başka bir özelliği daha var: büyük ölçüde kronolojik oluşu. Bu kronolojiye bakınca, insanlığın yüzyıllarca ahenkli müzik yaptıktan sonra son yüz küsür yılda dissonansla ilgilenmeye başladığı izlenimi oluşabilir. Oysa ki dissonantlar -yani uyumsuz aralıklar- tarih boyunca biliniyordu.

Başka türlüsü düşünülebilir mi? İnsanlık nasıl ki en başından beri acıyla tatlının, sıcakla soğuğun, arzuyla nefretin arasındaki farkı bilmişse, kulağına hoş gelen ses kombinasyonlarıyla kulağı tırmalayan kombinasyonların arasındaki farkı da biliyordu...

...ve müzik yaparken her ikisini de kullandı! Birini gerilim yaratmak için, diğerini çözülüm.

Çünkü müzik bir dil gibidir, her zaman bir hikaye anlatır. İnişsiz, çıkışsız hikaye olur mu? Her masalın, her romanın, her küçük veya büyük öykünün başlangıcı, gelişimi ve sonu vardır. Bu süreçte kahramanlarımızın karşısına bir veya birkaç sorun çıkar. Bunlar bizi heyecanlandırır, meraklandırır. O sorunların çözülmesini isteriz, işin sonunun nereye varacağını merak ederiz. Çoğu zaman da sorunlar çözülür, tatlıya bağlanır. Evet, bazı hikayelerin dramatik, acıklı bir sonu olur; ancak o hikayelerin de içinde acı ve tatlı anlar birbirini kovalar.* Yaratıcı sanatçı, okurunu, dinleyicisini, alıcısını bu şekilde "provoke" eder, dikkatini çeker, ustaysa onu avucunun içine alır; sonra onu bir çözüme ulaştırır.

İşte, usta müzisyenler tarih boyunca dissonant aralıkları anlık gerilimler yaratmak için kullanmış ve onları konsonant aralıklara bağlayarak "çözmüş"lerdir. Bach'ın bile eserlerinde bir sürü dissonant aralık vardır; hepsi bir konsonanta çözülür.

20. yüzyıla gelindiğinde Klasik Batı Müziği'nin bel kemiğini oluşturan "tonal armoni" dediğimiz ahenk sistemi o kadar gelişmişti ki, onunla elde edilebilecek tüm olasılıklar tüketilmişti -veya öyle zannediliyordu-. Besteciler yenilik arayışına girdiler. Devir büyük buluşlar devriydi. 19. yüzyılı geride bırakırken herkes yeni bir sayfa açmak istiyordu...

-E, Richard, müziğimizle insanları coşturduk, ağlattık, sevindirdik. Orkestralarımızı devasa boyutlara kadar büyüttük. Yeni tınılar peşinde yeni çalgılar bile yaptırdık. Şimdi ne yapacağız?

-Valla bilmiyorum, Arnold! Hakikaten, yapılabilecek her şeyi yaptık galiba. Var mı bir fikrin? Ne kaldı denemediğimiz?

-Var! Ağlat, güldür, ağlat, güldür... ger, çöz, ger, çöz... nereye kadar? Yeter! Ben diyorum ki sırf gerilim üzerine bir müzik yaratalım!

-Nasıl?

-Dissonantları konsonantlara çözmeyelim!

-Ne yani, öylece havada mı........

© T24