Tony Blair ve liberal merkezin dönüşümü
Diğer
07 Ekim 2025
Tony Blair
Tony Blair yeniden sahnede, bu kez Gazze’nin geleceğini şekillendirecek geçici otoritenin mimarı ve olası yöneticisi olarak. Blair’in dönüşü yalnızca bireysel bir geri dönüş değil, aynı zamanda 1990’lardan bu yana Batı’nın kendisini tanımladığı ideolojik alanın dönüşümünün de bir aynası.
Tam da bu nedenle Blair’in hikâyesi, kişisel bir kariyer öyküsünden çok daha fazlasıdır: Üçüncü Yol liberalizminden güvenlikçi müdahaleciliğe, oradan yönetişimci teknokrasiye uzanan bir çağın ideolojik izleklerini taşır. Blair’i yeniden sahneye çıkaran şey, liberal merkezin kendi krizini çözmekten çok, onu yöneterek sürdürme becerisi.
1997 baharında Tony Blair, Downing Street’in önünde İngiltere’nin yeni başbakanı olarak poz verdiğinde yalnızca bir iktidar değişmiyor, bir çağın sesi ton değiştiriyordu. On sekiz yıl süren muhafazakâr yönetimin ardından Blair’in zaferi, “solun geri dönüşü” değil, solun muhafazakârlıkla ve piyasa ile uzlaşarak yeniden kurgulanması anlamına geliyordu. Blair, modern Britanya’da “inançlı ama ilerici”, “piyasa dostu ama vicdan sahibi” bir lider olarak öne çıktı. Hem işçi sınıfını hem orta sınıfı kapsayan, “ahlaki bir merkez” vaadiyle iktidara yürüdü.
Blair’in projesi, sosyal demokrasiyi piyasa çağında yeniden tanımlamaktı. “Üçüncü Yol” (sosyolog Anthony Giddens tarafından kavramsallaştırılıp/kitaplaştırılan) klasik refah devletiyle neoliberal piyasa arasında denge kurma iddiasındaydı. Refah devletiyle serbest piyasanın, sosyal adaletle girişim özgürlüğünün bir arada var olabileceğini düşünüyordu.
Ama bu “denge”, kısa sürede bir öncelik değişimine dönüştü. Blair’in reformları, sosyal demokrasiyi bir sosyal adalet projesi olmaktan, bir piyasaya uyum projesine çevirdi. Çağın (neoliberal) ruhuna uygun olarak klasik sosyal demokrasinin yeniden dağıtıcı, sınıf temsiline dayalı mirası yerini “fırsat toplumu” fikrine bıraktı. Devlet, yoksulluğu azaltan değil, “bireysel kapasiteyi güçlendiren” bir aktör olarak tanımlandı. New Labour manifestosunun “Eğitim, eğitim, eğitim” sloganı, bu dönüşümün simgesiydi; ancak bu sloganın ardında eğitimin bir kamusal hak olmaktan çıkıp, kişisel yatırıma dönüşmesi vardı. Sosyal politikanın yerini istihdam edilebilirlik, kamusal hizmetin yerini performans aldı. Blairizmin sosyal vaadi sendikasızlaşmış, borçla büyüyen, bireysel riskleri piyasa içinde taşımaya alışmış yeni bir orta sınıftı.
Bu dil, 1990’ların küresel havasıyla kusursuz biçimde örtüşüyordu. Berlin Duvarı yıkılmış, Clinton Beyaz Saray’da benzer bir çizgiye oturmuştu. Küreselleşme ilerlemenin dili, serbest ticaret evrensel barışın aracıydı. Sol, artık kapitalizme yönelik bir eleştiriyi değil, onun içindeki en “etik” sesi temsil ediyordu.
Blair iktidarının zirvesi, 1998’de imzalanan Hayırlı Cuma Anlaşması (Good Friday Agreement) oldu. İngiltere hükümeti ile İrlanda Cumhuriyet Ordusu’nun (IRA) siyasi kanadı Sinn Féin arasında varılan bu anlaşma, Kuzey İrlanda’daki yaklaşık otuz yıllık şiddeti sona erdirerek Blair’in liderliğini pekiştirdi. Bu başarı, onun siyaset tarzının özünü yansıtıyordu: karmaşık sorunlar, yeterince irade, diyalog ve “ahlaki sorumluluk”la çözülebilirdi.
Blair’in “ahlaki sorumluluk” anlayışı, yalnızca iç siyasete değil, dış politikaya da yön verecekti. 22 Nisan 1999’da Kosova’daki NATO müdahalesi sürerken Chicago’da yaptığı konuşma, bu dönüşümün dönüm noktasıydı. Blair, klasik egemenlik anlayışını sorguluyor ve tarihe “Uluslararası Toplum Doktrini” olarak geçecek bir çerçeve çiziyordu: “Eğer zulüm, kitlesel katliam ya da insanlık onurunun sistematik inkârı varsa, egemenlik sınırı bizi durdurmamalıdır.” Bush’un “özgürlük” söylemi ile Blair’in “ahlaki müdahaleciliği” birleştiğinde, liberal müdahalecilik bir tür misyonerlik biçimine bürünecekti.
Blair’in bu sözleri, 2000’li yılların müdahaleci liberalizminin temelini attı. Artık egemenlik, mutlak bir hak değil; insan haklarını koruma sorumluluğuyla koşullu bir ayrıcalıktı. Bu yaklaşım, daha sonra 2005’te BM Genel Kurulu tarafından kabul edilen ‘Koruma Sorumluluğu’ (R2P) ilkesine de esin kaynağı olacaktı.
Blair’e göre Britanya (ve Batı), artık yalnızca ulusal çıkarlarını değil, insanlığın vicdanını temsil etmeliydi. Ama bu evrenselci ahlak 11 Eylül sonrası dünyada test edilecek ve sınıfta kalacaktı.
11 Eylül 2001, Blair’in “ahlakın sesi” olmaktan “savaşın aklı”na geçişinin miladıydı. New Labour’ın “etik küreselleşme” dili........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Robert Sarner
Andrew Silow-Carroll
Constantin Von Hoffmeister
Ellen Ginsberg Simon
Mark Travers Ph.d