menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Serdar Korucu: Bir annenin oğlunun kemiklerini istemesi… Bu cümle çok ağır…

37 9
02.06.2024

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

02 Haziran 2024

1000 hafta... Bir başka deyişle yaklaşık 10 milyon 80 bin dakika. 168 bin saat. 7 bin gün. 229 ay. 19 yıl... Türkiye'nin tartışmasız en uzun soluklu ve hâlâ devam eden eylemi olan Cumartesi Anneleri, 1000. haftasını geride bıraktı. 1001. haftada kitabın yazarı Serdar Korucu ile "Cumartesi Anneleri"ni konuştuk. Kitap, kayıplarının sesini duyurmak için kendini Galatasaray Meydanı'nda bulanları, bulmak zorunda kalanları, acının, isyanın sesini ve kapkara bir bekleyişi konu alıyor. Bu annelerin direnişinin ve yüreklerindeki kor ateşinin en gerçek hâli.

Serdar Korucu'nun cesaretle kaleme aldığı, Doğan Kitap'tan yayımlanan Cumartesi Anneleri çok önem verdiğim ve okurken içimin yandığını hissettiğim bir çalışma. Kitap, 1996 yılında haber izlerken gözaltına alınan ve polis tarafından dövülerek öldürülen gazeteci Metin Göktepe'nin fotoğrafıyla açılıyor. Bu olayın da üstü kapatılmaya çalışılmış, Göktepe için duvardan düşerek öldü denilmişti. Ancak Metin'in arkadaşları, meslektaşları ve ailesinin ısrarlı takibiyle polislerin bir kısmı cezalar aldı. Katledilişinin 28. yılında suçluların yeterli olmasa da cezalandırması ilk olması nedeniyle çok önemli. Bugün Cumartesi Anneleri de aynı ısrarla yakınlarının akıbetini öğrenmek ve sorumluların cezalandırılmasını istiyorlar. Bazı analar kayıp çocuklarının tek bir kemiğini bulabilmek için bu bekleyişte can verdiler. Üç kuşaktır bekliyorlar, daha kaç kuşak bekleyecek bilemiyoruz. Nur Sürer'in dediği gibi, "Galatasaray oturmaları bir sesleniştir. Evrensel hukuka, evrensel insan haklarına saygı duyuyor musunuz? Bunların vazgeçilmez olduğuna inanıyor musunuz? O halde yeriniz yanımızdır. O halde siz de bir cumartesi insanısınız, sesimize ses katmalısınız."

Hepimiz annelerin yanında olmalı ve taşın altına elimize koymalıyız. Bu kitap annelerin kara bekleyişinin kitabı. Yaşanan suç, hepimizin sorumluluğu. Unutmayalım.

- Cumartesi Anneleri'nin acısı içimi parçaladı. Her satırında kahroldum ve kayboldum. İlk olarak "Cumartesi Türküsü"nden sözlerle başlamak istiyorum. Bu nasıl bir dünya? Bu nasıl bir ayıp? Bu nasıl bir suç?

Bu öyle bir ayıp bu öyle bir suç ki… İfade etmek zor… Kitaptaki röportajlara başlamadan önce de sonra da aklımda hep bu vardı açıkçası. Faillerin durumu… Bunu nasıl yaptılar, yaptıktan sonra nasıl hayatlarına devam ettiler, edebildiler, edebiliyorlar? En korkutucu gelen yanlarından biri, bu kitaptaki 18 kişinin de, daha nicelerinin de gözaltında kaybedilmelerine neden olan faillerle birlikte yaşıyor olmamız. Bazısının kim olduğunu biliyoruz, isimleri belli ama bu çok küçük bir kesim. Karar vericiler sadece. Faillerin çoğunun, o ara kademelerde yer alanların kim olduğunu bilmiyoruz. Bu çok korkutucu. Belki her an her yerde karşımıza çıkıyorlar ama biz bunu bilmiyoruz.

- Tüm kitaplarını büyük bir merakla okuyorum ancak Cumartesi Anneleri başka dokundu. Kitap fikri nasıl doğdu ve süreç nasıl başladı? Neler hissettin?

Bu kitap benim için de ayrı bir yere sahip. İlk kez bir kitabımın fikri benden çıkmadı. Ve açıkçası Cumartesi Anneleri'ni yazabileceğimi düşünmüyordum. İlk olarak, öncelikle bu bir kadın hareketi. Kadınların başını çektiği bir eylem. Evet, eylemde erkekler de var, başından beri vardı, gözaltında kaybedilenin babası, erkek kardeşi, oğlu ya da hak savunucusu olarak… Fakat bu yine de kadın ağırlığını değiştirmiyor. Hâlâ da bir kadın gazetecinin daha iyi yazabileceğini düşünüyorum Cumartesi Anneleri'ni. İkincisi, gözaltında kayıplar 1930'lardan başlayıp 1980'lerde artıp 1990'larda yoğunlaşsa da en çok Kürtler hedef alındı. Bu kitaptaki annelerin de kayıp yakınlarının büyük bölümü de Kürt. Ve bazıları Türkçe bilmiyordu. Burada benim eksikliğim var, Ne Kurmanci ne de Zazakî konuşabiliyorum… Bu da kayıp yakınlarının anadillerinde kendilerini ifade etseler de araya tercüme girmesini zorunlu kıldı. Bu nedenle de bir Kürt gazetecinin benden çok daha iyi şekilde Cumartesi Anneleri'ni aktarabileceğini düşünüyorum. Tüm bu eksiklere rağmen bu projenin fikrini veren de, beni her konuda teşvik eden de, kendisi de bir kayıp yakını olan Besna Tosun oldu. Besna ile 4 Ağustos'ta buluştuğumuzda bu kitap projesi doğdu ve yaklaşık 9 ay içerisinde basıldı. Onun ve İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi Kayıplar Komisyonu'nun desteği olmasa, her aşamasında katkıda bulunmalardı, Cumartesi Anneleri kapılarını açmasa bu proje gerçekleşemezdi. Bu nedenle bu kitap benim değil, onların aslında…

- Annelerle röportaj sürecinde ailelerle neler yaşadın? Anlatmak onlara iyi mi geldi, yoksa travmalarını tekrar mı yaşadılar?

Travmaları tekrarlatmamak imkânsız. Bu nedenle 12 yaşında gözaltında kaybedilen Davut Altınkaynak'ın annesi ile konuşamadık mesela. Çünkü o son kez oğlunu, gözaltında, Filistin askısındayken görmüş. Bu nedenle anne konuşmakta zorlanıyor. Bu nedenle sözü baba Abdülaziz Altınkaynak aldı…

Öte yandan bugüne kadar gazetecilerle konuşan, konuşmaya açık olan kitaptaki kayıp yakınları için bile bu proje zordu. Biliyorsun genel olarak gazete röportajları yaklaşık yarım saat ya da 40 dakika oluyor. Ve derine inmiyor, inemiyor basılı alan sıkıntısı nedeniyle. Ve okuyucunun ilgisinin de dağılacağı düşünülerek… Fakat bu bir kitap çalışması, arşiv için uğraş olunca bazılarıyla neredeyse tüm gün konuştuk. Evlerini açtı, beni misafir etti çoğu. Özellikle de İstanbul dışındakiler… Hepsine ne kadar teşekkür etsem az… Bir yandan da bunu bir misyon gibi görüyor konuştuğum tüm kayıp yakınları. Mesela gözaltında kaybedilen Ebubekir Deniz'in eşi Divan Deniz, "Konuşmak istemesem konuşmam. Sorsanız da konuşmam. Ama ben konuşmak istiyorum, anlatmak istiyorum. Bir şey olsun istiyoruz. Unutulmasın. Sürekli hatırlansın ki onu bulalım" diyor kitapta…

Hannah Arendt, "Onu miras alacak ve sorgulayacak, hakkında düşünecek ve hatırlayacak hiçbir insanın bulunmadığı anlaşıldığında başladı trajedi" der ya, en büyük korkuları bu. Bu konuda da en çok birbirlerine güveniyorlar. Hem kuşaktan kuşağa aktarılacağına hem de diğer ailelerin de onların kayıplarını unutmayacağına. Bu oldu, oluyor da… Hayatını kaybeden annelerin gözaltında kaybedilen çocuklarının fotoğraflarını bugün Galatasaray'daki diğer kayıp yakınları tutuyor. Ya da Galatasaray'a sınırlı çıkmalarına izin verildiğinde de ellerinde bir değil, iki kayıp fotoğrafı tutuyorlar bunun için. Orada yakını bulunmayan kayıpların da fotoğraflarını…

- İlk kayıp 1936'da tütün işçilerinin örgütlendiği Yaprak Tütün Cemiyeti'nin kurucusu Salih Bozışık'la başlıyor, daha sonra Türkiye'nin erken dönemdeki en bilinen kaybı Sabahattin Ali geliyor. 1993-1995 kaybedilmelerin en yoğun yaşandığı yıllar… Bildiğimiz kadarıyla son kaybedilme olayı ise 2001 yılında yaşanıyor. Yani iktidarlar değişiyor, hükümetler değişiyor, ama kaybetme politikası bitmiyor. Ne düşünüyorsun bu konuda?

Gözaltında kayıpları bir dönemle sınırlamak imkânsız. Belki bu yüzden de bir duyarsızlık var. Bu konuda eleştiri oklarını kendimize, gazetecilere, kamuoyuna çevirmek gerek. Bir hükümetin suçu olduğunda daha çok konuşuluyor, ele alınıyor, hakkında kitaplar yazılıyor. Hükümetler üstü bir suçun üstüne konuşmaksa daha zor bence. Cumartesi Anneleri'nin de böyle........

© T24


Get it on Google Play