Özgür Mumcu: Kendi yarattığımız düzenin içinde kayboluyoruz, ama hâlâ değiştirme gücümüz var
Diğer
28 Haziran 2025
Özgür Mumcu
Özgür Mumcu, Barış Makinesi’nden tam dokuz yıl sonra, April Yayıncılık’dan yayımlanan Dünyalılar romanıyla, insanlığın içinde bulunduğu çöküşü ve türler arası gerilimi cesurca sorguluyor. Amazon ormanlarından Boğaz kıyılarına uzanan bu hikâye, sadece uzaydan gelenlerin değil, insanın kendi karanlığıyla yüzleşmesinin de öyküsü.
Mumcu, kitabında modern dünyanın krizlerini ve kaotik iktidar hesaplaşmalarını çözümlerken, aynı zamanda hâlâ değişim için var olan boşluğu işaret ediyor. Onun anlatımı, bugünün karmaşasında “imkânsız görüneni” mümkün kılma arzusunu canlı tutuyor.
Dünyalılar, türler arası karşılaşmaların, iktidar entrikalarının ve kırılgan umutların arasında, bugünü ve geleceği yeniden düşünmeye çağırıyor. Sadece uzaydan gelenlere değil, dünyaya sığamayanlara güçlü bir çağrı.
- Roman, Amazon ormanlarında bir yerli kabilesinin yok olma tehlikesiyle başlıyor. Ardından İstanbul’a bir uzay gemisi düşüyor. İki olay arasında görünmeyen bir bağ kuruyorsunuz. Bu çöküş, size göre sadece doğanın değil, insan aklının da çözülüşü mü?
Bir geçiş döneminde olduğumuz ortada. Gramsci’nin güzel bir sözü vardır: “Eski olan ölemiyor, yeni olan doğamıyor; şimdi canavarlar zamanıdır.” Şu anda tam da böyle, devirler arası bir geçiş dönemindeyiz. Jeopolitik olarak da bunu görebiliyoruz. Çok kutuplu bir dünyaya doğru ilerliyoruz. Soğuk Savaş sonrası kurulmuş olan düzen çökmüş durumda. Bununla birlikte, teknolojik anlamda büyük gelişmeler yaşanıyor. Pek çok şey altüst oluyor. Otoriterleşme artıyor. Tüm bunlar insanlarda belirli bir ruh hali yaratıyor. Sanki aklımız çözülüyormuş gibi bir his doğuyor. Ama bence aklımız çözülmüyor. İnsanlık tarih boyunca bu tür geçiş dönemlerini defalarca yaşadı. Aslında istisna olan, II. Dünya Savaşı’ndan sonra gelen görece barış dönemiydi. Elbette taşeron savaşlar vardı ama bugünkü gibi bir huzursuzluk hâli yoktu. Bu ruh hali, doğal olarak sanat eserlerine de yansıyor. Zamanın ruhu endişeli, huzursuz. Biraz da terapi gibi yazıyorsunuz. Ama ben karamsar bir roman yazmak istemedim.
- Romanınız kesinlikle karamsar değil. Ancak son yıllarda ülkemizde yazılan distopyaların büyük bölümü artık birbirine benzemiyor mu?
Distopyadan çok sıkıldım açıkçası. Elbette güzel örnekleri var. Mesela Afşin Kum’un Sıcak Kafa’sı bence başarılı bir örnekti. Şöyle söyleyeyim: Cyberpunk diye bir ekol var. 1980’lerde, 90’larda iyice zirveye ulaştı. Benim de ilk gençliğimden itibaren çok severek takip ettiğim bir tür. En bilinen örneği Matrix diyebiliriz. Zaten o da William Gibson’ın bir romanından esinlenmişti. Gibson da cyberpunk’ın en önemli yazarlarından biri. Cyberpunk, aslında bizi bugüne dair uyarıyordu. Bir sloganları vardı: “High tech, low life.” Yani teknoloji yükselecek ama hayat kalitesi düşecek. Gerçekten de o noktaya geldik. Bizi uyarıyorlardı ama biz bu uyarının estetiğini ve mesajını öyle içselleştirdik ki bir süre sonra bu uyarılar bir tür arzu nesnesine dönüştü. Estetik olan, itiraz olarak başlamıştı ama artık bir form olarak kabullenildi. O yüzden, cyberpunk’ı hâlâ çok sevsem de ve yazarken bu janrı kullansam da... Artık yeniden bir uyarı işlevi taşıması gerektiğini düşünüyorum. Bu yüzden de hikâyenin sonu, evet, iyimser bitebilir.
- Uzaylılar için “Gaika” bir yuva. Ama biz insanlar yuvamıza ne kadar sadığız? Bu kelimeyi seçerken bugünü yönsüz, belirsiz dünyasını mı anlatmak istediniz?
Çok sadık değiliz gibi görünüyor. İklimi mahvediyoruz. İnsan yaşadığı yere biraz özen gösterir ama biz göstermiyoruz. Karbon salıyoruz, toprağın dengesini bozduk. Okyanuslarda plastik adaları oluştu. Durum gerçekten çok kötü. Bundan geri dönüş olmayacak gibi. Çünkü hepimiz bu konfora alıştık. Elektrikler kesilse isyan ediyoruz. Ama o elektriğin yanması için santraller kuruluyor, çevre tahrip ediliyor. Şimdi bir de yapay zekâ teknolojileri var. Bunlar da inanılmaz bir enerji istiyor. Teknoloji büyüyor, talepler sonsuza kadar genişliyor. Ama yuvamıza iyi bakmadığımız ortada.
- Büyük sanayi kuruluşları hiçbir önlem almazken, iklim krizinin sorumluluğunu bireye yüklemek büyük bir çelişki değil mi?
Elbette çünkü sorumluluğu bizim üzerimize yıkmaya çalışıyorlar. “Plastik pipetten su içme” gibi argümanlarla, öyle bir önlem alınabilirmiş gibi davranılıyor. Oysa asıl sorumlu, büyük şirketlerin bu meseleyi bireye yüklemesi. “Senin karbon izin önemli” diyerek suçluluk duygusu yaratıyorlar. Ama sen santral yapıyorsun, benim karbon izimden ne olacak? Sorumluluğu bireye yıkıyorlar. Gerçekten çok doğru bir taktik! Harika işlemişler bunu.
- Karla karakterini çok sevdim. Doğadaki sesleri dinleyerek canlıları anlamaya çalışıyor. Can ise insanların tepkilerini çözmeye........© T24
