menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

İsmail Güzelsoy | Zaman; hayallerin, fikirlerin, insanların ve mekanların hatıralardan silindiği, içine gömüldüğü bir mezarlıktır

15 2
30.06.2024

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

30 Haziran 2024

Türk edebiyatında Büyülü Gerçekçilik akımının önemli temsilcilerinden İsmail Güzelsoy'un yeni romanı Rölanti Çıkmazı Everest Yayınları'ndan çıktı. Güzelsoy, romanında, üç farklı zamanın ama aynı İstanbul'un hikâyesini anlatıyor. Kabadayıların hüküm sürdüğü İstanbul'dan, gen aktarımının tartışıldığı İstanbul'a, gizemli bir yolculuğa çıkarıyor bizi ve diyor ki "Önemsiz rastlantıların sonuçları her zaman önemsiz olmayabilir. Kendi hayatına bir baksana, o gün orada olmasan, o telefonu açmasan, o kişiyle tanışmasan hayatın başka bir mecrada akar giderdi."

Hiç İsmail Güzelsoy romanı okudunuz mu? Anlattıklarını duydunuz mu? Ya satıraltlarında sezdirdiklerini? Nasıl dediğinizi hissediyorum. O zaman sizi İsmail Güzelsoy'un dünyasına davet ediyorum. Fenni Sihirler üçlemesi Değmez, Gölge ve Hatırla kitaplarından başlayarak Rölantİ Çıkmazını ve diğer kitaplarını okumanızı öneririm. Gerçekle fantastik dünya arasında bana köprü olan, psikolojik derinliklerinden etkilendiğim, bazen mitolojik kahramanlarla kendi yolculuğumu sorguladığım, iç sesini duyduğum İsmail Güzelsoy romanları her zaman başucu kitaplarım olmuştur. Roman, Mahzuni Şerif'in sözüyle açılıyor "Bazı acılardan al ilacını" ve tüm gücüyle sarsarak, sorgulatarak devam ediyor.

Sahi ötekinin de ötekileştiği bu dünyada ilacınızı aldınız mı?

- İsmail yeni romanın muhteşem. Büyülü gerçekçiliğin en iyi örneklerinden biri diyebilirim. Nasıl yazmaya başladın? Kısaca yazarlık yolculuğunu anlatır mısın?

Teşekkür ederim, onur duydum. Yazarlık yolculuğu kısaca anlatılamayacak şeylerin ilk sıralarında yer alsa gerek ama benzer nedenlerle hiçbir şey söylemeden de rahatlıkla tarif edilebilecek bir süreç. Konuşarak derdini anlatamayacağını anlayınca yazmaya başlıyorsun; bu kadar basit. Buradaki asıl vurgu "derdini anlatmak"ta… Bir derdin olduğu zaman onu ifade edebileceğin yordamlar, kanallar açılıyor illa ki.

Yazı hafızanın en güçlü kayıt ortamlarından biri değil mi? Biz okulda yazı yazmayı öğrendiğimizde tam olarak elimizdeki bu araçla ne yapabileceğimizi bilmeyiz aslında. Çok güçlü bir alet var ama ne işe yaradığını bilemeden yanında gezdiriyorsun. Diyelim ki sana bir kerpeten verilmiş ama bununla ne işe yaradığının bilgisinden mahrumsun. Günün birinde, yanlış çakılmış bir çiviye rastlayınca kerpeteni yalnızca fındık kırmak için değil, o çiviyi yerinden sökmek için kullanabileceğini anlarsın ya; işte yazıyla kurduğum ilişki böyleydi. Bir külfet olmaktan çıkıp hafızanın muhafazası haline gelişini yaşadım. Tabii bir derdin olmalı, onda ısrarlıyım.

- Ya bir derdin yoksa?

Edinmelisin. Bana kalırsa sanatsal üretim bir gaile edinmekle başlıyor. Fazla mı soyut oldu?

- Yok, gayet anlaşılır, sağ ol. Peki, İstanbul'a ne zaman geldin? Geldiğinde ilk neler hissettin? Annenin komşularla yaşadığı etkili bir anısı var. Bizimle paylaşır mısın?

İstanbul'a geliş hikâyemiz üç aşamadan oluşuyor. 1972'de, taşınmamızın bir yıl öncesinde annem İstanbul'da bir ay kadar kalmıştı. Bir masallar manzumesiyle geri döndü. Tarif edemeyeceğim kadar renkli ve bir o kadar da uyduruk bir İstanbul'du bu. Bir bakıma bizi hazırlamaya, daha doğrusu şevklendirmeye çalışmıştı kadıncağız ama ters tepti tabii. Düşünsene, "Peki fakir kimse yok mu?" ya da "Yamalı giysisi olan çocuk var mı?" gibi sorular soruyorduk anneme. Onun anlattığı İstanbul, bildiğin bir panayır, bir şenlik yeriydi. Rengarenk ışıklar, fıskiyeler, dönme dolaplar vs. Başka bir gezegene, bir cennete gidiyorduk. Sonra üç gün kamyon sırtında şehrin varoşlarından birine, Gaziosmanpaşa'ya indik. Bir akşamüstüydü, ne fıskiyeler vardı, ne ışık şöleni; kasvetli bir işçi semtinde, evine dönen yorgun insanları gördük. Yaşadığımız hezimeti düşün işte. Annemin anlattığı o masal diyarıyla o kül rengi manzaranın ne alakası vardı! Sabah erken kapı çalındı, orta yaşlı bir kadın elinde bir tepsi börekle karşımızda duruyordu. "Dün akşam sizin geldiğinizi gördüm, Allah bağışlasın, bunca çocuğa hanım bu kargaşada nasıl kahvaltı hazırlar, diye düşündüm" dedi ve tepsiyi anneme uzattı, merdivenlere dönerken yine ağır Rum aksanıyla ekledi: "Siz başlayıverin, çay demini almıştır, getiriyorum" dedi, birazdan da ikinci bir tepsiyle geri geldi. Annem çok duygulanmış, için için ağlamıştı. Döşeklerin, denklerin, balyaların üzerinde ilk kahvaltımızı böyle yapmıştık.

Birkaç ay sonra bizim üst katımıza Sivaslı bir çift taşındığında annem, "Gece yarısı indiler, kızcağız pek de genç, şimdi nasıl kahvaltı hazırlayacak? Ona bir börek yapayım bari" diye mutfağa dalmıştı. Sonra İstanbul'un gri kargaşasının gerisindeki masalı keşfettik. Biliyor musun, elmas ilk bulunduğunda sokaktaki herhangi bir taşa benzer. O işlenir ve güzelleşir. Bizim İstanbul'umuz da zihnimizde yeniden biçimlendi. Yıllar sonra küçük abim o günlere dair şöyle bir şey söyleyecekti: "Bir yeri güzel yapan da çirkin yapan da orada yaşayan insanlardır."

- "Rölanti Çıkmazı" için aynı şeyi söylemek mümkün mü? Yani oradaki karakterlerin hayatı bir çıkmaz sokakta geçiyor. Sence gerçek hayatta da hepimiz bir tür çıkmaz'da mıyız, yoksa sadece sabah trafiğinde sıkışıp, sosyal medyada vakit geçiren, yılda sadece 10 gün tatil yapan modern köleler miyiz?

Biz çıkmazda değiliz, Rölanti Çıkmazı olumlu bir imge. Yani her ne kadar "çıkmaz" ve "rölanti" hemen her zaman olumsuz çağrışımlarla yüklü olsa da, içinde debelendiğimiz insan çiftliklerinden arındırılmış bir bölge orası. Kaldı ki, bu hayat tarzını kölelikle karşılaştırmak haksızlık olur Ebru. Kölelere… Çünkü köle, köle olduğunu bilir ve hayatını ona göre planlar, düzenler. Beklentileri ona göredir. Kendini özgür zanneden bir kölenin yaşadığı derin hüsran ve kırıklıkla debelenip duruyoruz işte. Somut varoluş ile onun zihinsel izdüşümü arasındaki makas açıldıkça mutsuzluğumuz katmerlenir. Yoksunlukla ve yoksullukla zincirlenmiş olmaktan daha büyük bir lanet var mı?

- Rölanti Çıkmazı'nın mimarisi de çok etkileyici. Nasıl kurguladın?

Bizim alt sokakta tadilat terzisi bir madam var, kaldırımda küçük bir bahçe kurmuş. Beş yıl önce orayı görünce zihnimde bu fikir canlandı. Kaldırıma paralel dizili saksılarla bahçe kurmak, kentin kargaşasının kıyısında, ona bulaşmayan, onun bulaşmadığı bu asude bahçecik Rölanti Çıkmazı'nın rampası oldu. Oradan sonra, zamanda saklı kalmış bir sokak hayal ettim, resimler çizdim, bölümler halinde tasarladım filan. Tabii bunun kendine özgü bir mimarisi de olması şarttı. İşin güzel yanı böyle bir ayrıntı için çalışmam gerekmedi çünkü İstanbul mimarisine, özellikle sivil mimari konusunda bir hayli çalışmışlığım var.

- Duruyor mu o bahçe?

Duruyor ama yıllar içinde kadıncağızın saksılarını çalıp götürdüler. O küçük bahçe mendil kadar kaldı. Madam çok öfkelendi, bir yazı yazdı dükkanın girişine. Özetle "Siz nasl insanlarsınız, neden saksılarımı çalıyorsunuz, çiçeklerimi kırıyorsunuz?" diyor. İnsan düşünüyor haliyle, ulan "Köpek saldırıyor," diyorsun, bu ne yapıyor da kırıyorsun?

- Perizad ve onun dert ortağı Yaren! Yeni dönem insanı çok yalnız. Ve yalnızlıktan çok şikayetçi. Sürekli çareler arıyor, bulduğu çareyi de beğenmiyor. Bizlerin yaren'i kim?

Yalnızlıktan ziyade, taşlaşmış bir dünyadan firar etmiş bir karakterin hayali sığınağı Yaren. İç sesini duyulabilir kılma çabası, diyelim. Kişisel olarak tiyatroda, sinemada tirat atma sahneleri beni dramatik yapıdan koparan bir şey. Romanda iç ses bu anlamda bir avantaj, o kadar sakil durmaz ama yine de "doğal" değil. Şöyle düşün: "Perizad, yenildiğini, bir daha asla ayağa kalkamayacağını düşündü" yerine bunu doğrudan Perizad'dan duyma şansımız var. Teknik olarak nasıl olur bu? "Perizad "Bir daha asla ayağa kalkamayacağız" diye mırıldandı. Okur bir, iki cümleye hoşgörü gösterir, rahatsız olmaz ama uzun bir pasaj bu şekilde ilerlerse sıkıntı büyük. Mırıl mırıl bir şeyler geveleyen bir karakter, sıkar okuyucuyu, değil mi? Bu anlamda Yaren teknik olarak da iç sesi dinamik bir şekilde okura duyurma imkanı…

Çağın insanının yalnızlığının nedeni şefkatin, dostluğun, ahbaplığın "marka değeri"nin olmayışı. Yani alınır satılır olmayan her şey gibi "romantik" birer "duygu pornografisi" olarak yaftalanıp gereksiz görülmüş, çöpe atılmış değerler. Bunları hayattan çekip aldığın zaman beton soğukluğunda bir dünyayla karşı karşıya kalırsın. Romanın deyimiyle, "Tanrıdan geriye hiçbir şeyin kalmadığı bir gezegen"de öylece bir yâren arar durursun. İnsanlar birbirini dost, arkadaş olarak değil, rakip olarak görüyor artık. Yalnızca mesleki, ilişkisel bağlamda değil, bu gezegende doğan her insan diğerinin rakibi olacak. Ötekinin ötekileştirdiği bir boşluğuz hepimiz. Bu bir yabancılaşma değil, kendiyle tanışamama hâli. Ortada yabancılaşabileceği bir kimlik bile yok artık çağ insanının. Merkezin varoşlaştığı, varoşlarınsa merkezin ucuz bir replikası haline geldiği bir kent türü ortaya çıktı. İnsan yaşadığı sokağa, eve benzer.

- "Rölanti"nin derinliklerini anlatırken, karakterlerinin hayatlarında hangi noktayı rölantiye aldıklarını düşünüyorsun? Örneğin romanın baş karakteri Pehrzad.

Hayatın tamamını… Bir şey olacak ve yaşamaya başlayacağım, duygusu! Kahredici bir bekleyiş. Gelmeyeceğinden emin olduğun birini beklemek bu. İnsanların bütün yaratıcı, ışıltılı yanlarını karartan, güdükleştiren ve onları asgari varoluş seviyesine indirgeyen bir atalet, yani asla değişmeyen bir "rölanti" hâli bu. Sosyal ağlara bakarsan hep sıra dışı bir şeyler oluyor. Her yerden "son dakika" rubrikleri yağıyor, herkes ayakta, hep bir şeyler oluyor. Sonra dönüp bakıyorsun her şeyin aynı kaldığını görüyorsun. Her şey değişiyormuş gibi bir illüzyon, neoliberal yağmanın en büyük blöfü! Acayip bir hız varmış gibi ama dikkatle baktığında hiçbir şeyin yerinden kıpırdamadığını anlıyorsun. Yavaş da değil ama. Tuhaf olan da bu… Rölantide!

Ya kendi gerçekliğini anlayamayacağın kadar hızlısın ya da hiçbir şey göremeyeceğin kadar yavaş… İkisi de aynı şey aslında. Uçağa binmekle, aynı yolu kara trenle gitmek arasındaki farkı düşün. Tren penceresinden hayatın, coğrafyanın, kentlerin nasıl yavaş yavaş dönüştüğünü izlersin ve o yol senin algı dünyanı yeniden biçimlendirir. Seni menzile hazırlayan içsel bir yolculuk haline gelir. Ama uçakla yalnızca bulutları seyredersin sonra hop, başka bir diyardasın. Perizad yavaş.........

© T24


Get it on Google Play