Hakan Kaynar, ‘100 Dublede Cumhuriyet Tarihi’ni anlattı; Cumhuriyet meyhanesinde kimlerle oturmak isterdiniz?
Diğer
20 Temmuz 2025
Hakan Kaynar
Tarihçi, akademisyen Hakan Kaynar, Anason İşleri’nden yayımlanan 100 Dublede Cumhuriyet Tarihi adlı kitabında, Cumhuriyet tarihine meyhane masasından bakıyor. Adeta okuruyla muhabbet eder gibi. Eğlence tarihinden, kadın-erkek ilişkilerinden, edebiyattan, sinemadan, müzikten, siyasete kadar uzanan 100 dublelik bir anlatı. Darbeler, suikastlar, kadın cinayetleri, Madımak, 6-7 Eylül... Ama alışıldık biçimleriyle değil.
Hakan Kaynar’la online buluştuk ve kitap üzerinden, resmi tarihin dışında kalan küçük meseleleri, belge ile sezgi arasındaki mesafeyi, tarihin hangi anlatı biçimlerine ihtiyaç duyduğunu konuştuk. Büyük anlatılardan çok, küçük ayrıntılara kulak veren; gündelik hayatın tarihini merak eden herkes için mükemmel bir seçim. Okurken hem eğlendim hem de muazzam bilgiler öğrendim. Özellikle dost sofralarınızda bu kitap size eşlik edebilir; sohbetleriniz daha farklı bir hâl alabilir.
Siz Cumhuriyet meyhanesinde kimlerle oturmak isterdiniz?
- Hakan Kaynar kimdir desem? Sizinle ilgili çeşitli kaynaklara baktım. Akademisyen, Ankara milliyetçisi ve Gençlerbirliği Basın Sözcüsü olduğunuzu öğrendim. Ankara milliyetçisi Hakan Kaynar kimdir?
Ankara’da büyüdüm. Bu kitapta da geçiyor… Vizontele filminde çok sevdiğim bir sahne vardır: Belediye başkanı kalabalığa “İnsan memleketini niye sever?” diye sorar. Sonra da kendisi cevap verir: “Başka çaresi yoktur da ondan” Sanırım Ankara milliyetçiliği de biraz böyle bir yerden geliyor. Ama son 25 yılda Ankara çok değişti. Şehir kimliği, başkent kimliğinin önüne geçmeye başladı. Deniz yok, orman yok, yeşil alan sınırlı, nehir deseniz yok ama işte Gençlerbirliği var. Neredeyse her gün yürüdüğüm merdivenli Yazanlar Sokağı var, burası bir yokuş, bittiği yerde bir hanımeli var. Ankara’yı severken gerekçelerini siz kendiniz bulursunuz. Ancak bu sevme meselini daha da daralttım. Aşağı Ayrancı’da oturuyorum. Artık “Vatanım Ayrancı” diyorum. Barış Bıçakçı'nın Sinek Isırıklarının Müellifi kitabında çok sevdiğim bir cümle var bu meseleye dair: “İstanbul’da gün boyu dolaşırken dünyanın haline üzüldüm. İnsan İstanbul’da yaşayınca dünyanın haline, Ankara’da sadece Ankara’nın haline üzülüyor.” Ben de ikisine birden üzülmemek için kendime vatan olarak Ayrancı’yı seçmeye karar verdim.
- Kitabınızı çok sevdim. Günlük hayatın tarihi benim de özel olarak ilgilendiğim bir alan. Bu nedenle merak ediyorum: Anason İşleri'nden Metin Solmaz’la yolunuz nasıl kesişti? Kitap fikri nasıl doğdu?
Metin Solmaz’ı uzun yıllardır tanıyorum ama bu kitap fikri, onun Ankara’ya taşınmasından sonra gelişti. Öncesinde daha seyrek görüşürdük. Ankara’ya taşındıktan sonra görüşmelerimiz sıklaştı. Bir gün böyle bir kitap projesinden söz etti. “Keşke birisi böyle bir kitap yazsa” dediğinde, ben de “Nasıl bir kitap?” diye sordum. Anlattığı şey, ortaya çıkan kitaba oldukça yakın bir fikirdi. Siyasetten kültüre, sinemadan edebiyata pek çok alanı gündelik hayatla ilişkilendiren, ama akademik bir ciddiyet taşıyan bir metin hayal ettiğini anladım. Onun kafasında tarihçilerin ve akademisyenlerin de ciddiye alacağı bir kitap vardı. Fakat öyle bir kitap olmadı bizimki. Bu da büyük ölçüde benden kaynaklandı. Başta projeye çok sıcak bakmadım, “yazarım” dedikten sonra bile yaklaşık iki ay boyunca hiçbir şey yazmadım. Çünkü ilk konuştuğumuz haliyle beni tam olarak ikna etmiyordu. O yüzden başlangıcı sürekli erteledim. Kitaba bizim diyorum. Çünkü fikir, başlık Metin Solmaz’ın. Editörüm Mesut Ergün’ün katkısı çok büyük. Hep yazmaya teşvik etti beni. Hatalarımı düzeltmekle kalmadı. Kitabın içeriğine dair önerilerde bulundu. Görsellerle ilgili kolaj fikri ona ait. Yayınevi çalışanları da bütün bu düşüncelerin olabildiğince iyi şekilde hayata geçmesini sağladı.
- Bu kadehlerin sırrı nedir? İlk duble cumhuriyete, ikinci duble Aş Dede’ye, üçüncü duble kadınları eşitleyen Mustafa Kemal’e… 100. kadeh ise birdenbire beliren aşk hallerine... Bunun bir sırrı olmalı. Bu 100 duble nasıl belirlendi?
Aslında bu 100 duble, kitapta olmayan bir şeyi anlatma çabasının ürünü. Özel olarak baştan planlanmış bir sıralama yok. Yani mesela birinci duble Cumhuriyet’e, ikinci duble Mustafa Kemal Paşa’ya ayrılması gerekir değil mi? Ama tıpkı hayatın kendisi gibi, tıpkı rakı masası gibi, muhabbet gibi ilerlesin istedim. Konuların birbirine eklemlendiği, bazen sıçradığı, bazen dağınık gibi görünse de içten içe bir bağ kurduğu bir akış vardı. Tarih de böyle çalışır aslında. Eğer elinizdeki malzeme ile etik bir ilişki kurarsanız, nasıl yazmanız gerektiğini malzemenin kendisi belirler. Ona dışarıdan bir şablon, bir kurgu dayatamazsınız. Ama araçsal bir ilişki kurarsanız, her şeyi istediğiniz gibi kurgulayabilirsiniz. Ben kendi yazma tarzımı hep kendi varoluşum üzerinden kuruyorum. Başka bir biçimde nasıl yazılır, bilmiyorum. Bu kitapta da geçmişle kurduğum kişisel ilişki üzerinden ilerledim. Hem bireysel geçmişimle, hem de Türkiye’nin geçmişiyle… Bu yüzden oldukça öznel bir kitap oldu.
- Kitabı okurken sanki bir meyhanede derin bir sohbete tanıklık ediyormuşum gibi hissettim. Siz anlatıyorsunuz, biz dinliyoruz, ama sadece dinlemekle kalmıyoruz. Adeta bir aydın sofrasında, kalabalık bir grubun parçası oluyoruz. Bu atmosfer bana çok iyi geldi. Keyifliydi.
Bunu duymak beni çok mutlu etti. Çünkü kitabın örtük meselelerinden biri de tam olarak bu: eşlik etme hali. Özellikle son bölümlerde –belki 96. ya da 97. dublede– bunu bir sezgi olarak anlatmaya çalıştım. Tam olarak kelimelere dökemedim belki ama hissettiğim şey şuydu: İnsan olarak kurduğumuz tüm ilişkilerde arkadaşlık, sevgililik ya da vatandaşlık fark etmez bir tür eşlik etme arzusu taşıyoruz. Tıpkı bir romanı ya da filmi başkasına anlatırken yaşadığımız gibi… Okurken ya da izlerken pasifiz; alımlayan konumundayız. Ama anlatmaya başladığımızda o anlatının parçası olmak istiyoruz. Bu istekle bazen metni “tahrif” bile ediyoruz; heyecanla bazı yerleri abartıyoruz ya da eksiltiyoruz. Ama işte o anda, anlatıcı konumuna geçiyoruz. Aktif hale geliyoruz. Bu da o ilişkiye katıldığımız, ona eşlik ettiğimiz anlamına geliyor.
- Gündelik hayatın tarihine, küçük meselelere gerektiği kadar neden önem verilmiyor? Hep savaşlar, zaferler, kayıplar anlatılıyor; hep yukarıdan yazılan bir tarih… Oysa günlük belgeler, mektuplar çok daha gerçeğe yakın değil mi?
Tarih, çoğu zaman anıtlara benzer. Mesela Taksim Meydanı tarih sayılır ama oradaki bir sokakta her gün uğradığımız bir pastane ya da bakkal tarih olarak görülmez. Geçmişin kendisi dışarıda bırakılır; yalnızca önemli görülen kişiler ve olaylar merkeze alınır. Bu da tarihin iktidar eliyle şekillendirilmesiyle ilgilidir. Devlet, tarihi kendi lehine kullanır.
Benim yapmak istediğim ise işe yaramayan bir tarih yazmak. İktidarların işine yaramasın, resmi anlatının işine yaramasın, hatta herhangi bir tarihçinin ezberine de yaramasın istiyorum. Parçalı yapısı da bu yüzden. Yazarken kafamda hep şu soru vardı: “Bu tarih ne işe yarıyor?” Ayrıca edebiyatla tarihin kesişebileceği bir yer arıyorum. Anlatımın biçimi değil mesele;........
© T24
