menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Eski MİT Müsteşarı Sönmez Köksal: Öcalan artık 'kurucu önder' olduktan sonra onların Türkiye'de siyaset yapmamaları söz konusu olmaz; Hamas'ı İsrail de kullandı, PKK'yı da herkesin kullandığı gibi

63 15
29.09.2025

Diğer

29 Eylül 2025

Sönmez Köksal ve Cansu Çamlıbel

Milli İstihbarat Teşkilatı’nın başına askerlerden sonra getirilen ilk sivil müsteşar olan emekli Büyükelçi Sönmez Köksal, Türkiye’nin Bağdat Büyükelçisi olarak görev yaptığı 1986-1990 yılları arasında tuttuğu günlükleri bir kitapta topladı. Türkiye’nin Bağdat Büyükelçisi olarak görev yaptığı 1986-1990 yılları arasında tuttuğu günlükleri bir kitapta topladı. ‘Bağdat Güncesi’ ismini verdiği kitap, Sönmez Köksal’ın yaklaşık 40 yıllık kariyerinin kısa bir dönemiyle sınırlı olsa da aslında Türkiye’nin içinde yaşadığı bölgenin bugünlere nasıl geldiğine ışık tutan bir rehber niteliğinde. Dolayısıyla da kitabı konuşurken – her ne kadar kendisi arzu etmese de- güncel tartışmalara da girmiş olduk.

Kendisini okurken de dinlerken de “Keşke Bağdat sonrasında tuttuğu kişisel notları da tarihe not olarak bıraksaydı” diye hayıflanmadan edemedim. Türkiye’nin emekli büyükelçilerinin ve bürokratlarının hayatlarının ilerki aşamalarında neden daha cüretkâr olamadığının cevabını ararken yine bu ülkenin stresli siyasi atmosferine çarpıyoruz. 80’li yaşlarını sürmekte olan insanları dahi ürküten o dikenli sınırlara…

İfade özgürlüğüne biçilen sınırlar malumken, Sönmez Köksal’ın yine de, bugün Türkiye siyasetine yön veren bir kurum haline gelen eski kurumu MİT’in eski ve yeni dinamiklerini açık yüreklilkle kıyaslamasını kıymetli buluyorum. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin dış politika tercihlerini tartışmalı bulsa da bu hükümetin MİT’i devlet yönetiminde konumlandırdığı yeri neden doğru bulduğunu izah ederek yapması sözünü daha da kıymetli kılıyor. Kılı kırk yararak verdiği yanıtlardan anlıyoruz ki bugün MİT Başkanı’nın yaptığı pek çok şeyi o daha kendi döneminde (1992-1998 arası) yapmayı denemiş ama girişimleri hem siyasetçilere hem de askere takılmış. “Düşünsenize, ben kendi dönemimde her sene ayrı bir başbakanla çalıştım” diye hatırlatıyor!

Sönmez Köksal’ın anlattıkları arasında en çarpıcı olan bana kalırsa Abdullah Öcalan bölümü. Zira kendisi dönemin siyasi iktidarı tarafından Öcalan’a suikast operasyonlarıyla görevlendirilmiş olan bir ‘MİT Reisi’ idi. Operasyonların detaylarına girmese de böyle bir talimat aldığını teyit ederken bu siyasi kararı pek de tasvip etmediğini inceden ele veriyor. Talimatın sahibi Tansu Çiller’in ismini dahi anmadan deşifre etti o dönem MİT üzerinden gerçekleştirilmek istenen siyasi hesabı. Daha da çarpıcı olan, Öcalan’ı ortadan kaldırmayı başarmış olsalardı bile PKK’nın bitmeyeceğini söylüyor olması. Çünkü diyor ki, “Gördük ki Öcalan'ın arkasından liderlik yapacak nitelikte bir sürü insan var, hâlâ da bir kısmı yaşıyor zaten.”

Ne kadar da bugünün denklemlerine denk bir tarihsel analiz değil mi?

Bir de tabii, gazeteci Ramazan Öztürk’ün Saddam’ın Irak’taki Kürtlere karşı kimyasal silah kullandığı Halepçe katliamını belgeleyen fotoğraglarını Irak’tan çıkartmasına yardım etmesi hikâyesi var. Hem de bunu o dönem Ankara’nın izlediği politikaya ters olduğunu bilerek bir şahsi insiyatif alarak yapıyor. Bazen devletler içinde tek kişinin insiyatifi tarihin akışında nasıl izler bırakabiliyor…bunun da yaşayan kanıtı, şahidi Sönmez Köksal.

Diyorum ya… Keşke daha fazlasını yazsa, anlatsa!

-Bu kitap aslında sizin Bağdat döneminizi anlatıyor ancak okurken döneme dair tüm bölgesel resmi ve hatta küresel denklemleri hatırlamış oluyoruz. O nedenle bu mülakatın sadece Türkiye-Irak ilişkileriyle ilgili olması imkânsız. Filistin’e, Suriye’ye, Kürt sorununa ve ABD ile ilişkilere kadar uzanacağız. Malum bu seneki Birleşmiş Milletler Genel Kurulu toplantıları Gazze’deki soykırımın gölgesinde geçti. Batı bloğunun başat ülkeleri de BM zemininde Filistin devletini tanıma kararlarını açıkladılar. ABD Başkanı Donald Trump, yanına Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı da alarak Arap ülke liderleriyle bir Gazze’de çözüm toplantısı yaptı. Erdoğan 23 senelik iktidarı boyunca kendisini dünya arenasında adeta Gazze’nin hamisi gibi konumlandırmayı başarmış olsa da Türkiye’nin bu konudaki öncülüğü aslında AKP ile başlamadı. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün batıda ‘terörist’ olarak görüldüğü bir dönemde Ankara’da ofis açmasını zorlayan siyasetçi Bülent Ecevit idi. Siz Dışişleri Bakanlığı’nda ‘Orta Doğu Dairesi Başkanı’ olduğunuz için bu dönemin ilk elden tanığısınız. Ankara bu kararı nasıl bir iç siyasi ortama rağmen almıştı?

İlk önce, neden o göreve getirildiğimi izah etmek isterim. İran devrimi olduktan sonra, biliyorsunuz, ilk Kürt hareketi İran Kürdistanı’nda başladı. Sanandez, Sakız vesaire bütün o şehirlerde birdenbire bir ayaklanma başladı. Ecevit’in başbakanlığı dönemiydi. 12 Eylül'de yönetimi ele alacak olan Genelkurmay’ın komuta heyeti bir toplantı yapılmasını istediler. Bölge büyükelçilerinin katıldığı bir toplantı yapıldı. Ben ‘Siyaset Planlama Dairesi Başkanı olarak o toplantı için bir tartışma belgesi hazırladım. O metin de elimde, belki başka vesileyle yayınlama imkânı bulurum. O kâğıt beğenildi, ben de ben Orta Doğu Dairesi'ne çekildim. O dönem Ankara’daki Mısır Büyükelçiliği’ne baskın olmuştu. En sıcak olay oydu zaten. Ve onun hemen akabinde Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile ilişkilerin kurulması söz konusu oldu. O sürecin yürütülmesinde ben Daire Başkanı’ydım. Kaddumi’nin gelip o protokolü imzalaması öncesinde uzun müzakereler oldu, aylar sürdü. Sonrasında Abu Firaz’ın başkanlığındaki o meşhur büro açıldı. Arafat Ecevit ile görüşmek için Ankara’ya geldiğinde de en düşük seviyede karşılansın diye ben Daire Başkanı olarak gönderilmiştim. O zaman muhalefet partisinin lideri olarak Demirel'in farklı bir tutumu vardı.

-“Farklı tutumu vardı” derken “karşı çıkıyordu” demek istiyorsunuz aslında.

Demirel karşı çıkıyordu. Adalet Partisi de zaten FKÖ’yü ‘terörist’ olarak tanımlıyordu. O arada Adalet Partili Hayrettin Erkmen, 12 Eylül’den hemen önceki azınlık hükümetinin Dışişleri Bakanı oldu. Ve bakanlıkta hiç kimse tanımıyor Hayrettin Bey'i. Tam o sırada daha önce başlayan işlerin devam etmesi gerektiği için ben talimat almak üzere yanına gidiyorum. Hiç unutmuyorum, 24 Aralık'ta, BM’de kutlanan Filistin Kurtuluş Günü için kutlama mesajı göndermemiz lazım ve benim bunun için bakandan talimat almam lazım. Gittim makamına, Genel Sekreter ve yardımcıları da bana “Gir yanına, arz et, hem nasıl biri tartarsın bize de anlatırsın” dediler. Aynen o şekilde yaptım, arz ettiğim kutlama metnini okudu bana baktı, ben de “Bugün bir mesaj gönderilmesi gerekiyor, ne yapalım?” diye sordum. Tekrar baktı bana ve “Ya sen hükümetin değiştiğinin farkında değil misin?” dedi. Ben o kadar gencim ki ancak şunu diyebildim: “Ana prensipler bunlar, emrediyorsanız değiştirelim.” Sonra o bir daha okudu. Ecevit'in öz Türkçe kelimeleri vardı, biz de ona alışmıştık. O bir iki öz Türkçe kelimeyi daha güncel Türkçeye çevirdi ve imzaladı. Yani değişiklik sadece üslupta, kelimelerde oldu. Bir de o arada bir para meselesi vardı, onu da arz ettim. Türkiye, FKÖ ofisinin açılması için belirli bir mali taahhüt altına girmişti. O paranın da gizli ödenekten ödenmesi gerekiyordu. Onu da kısaca anlatttım. “Devlette devamlılık ilkesi hakimdir. Devlet söz vermiş, yerine getirin, ödemeyi yapın” dedi. Yani aslında Adalet Partisi, muhalefetteyken eleştirip karşı çıktığı çizgiye geldi hükümet olunca.

-Aslında biraz basite indirgersek, çok benzer bir tartışma Hamas üzerinden yürüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan geçen hafta BM Genel Kurulu’na katılmak için gittiği New York’ta Trump’a ve Yahudi lobisine yakınlığıyla bildiğimiz Fox News’a bir mülakat verdi. Orada bu soru kendisine yeniden soruldu; “Hamas’ı terör örgütü olarak tanıyor musunuz?” Erdoğan şöyle yanıt verdi: “Hamas'ı terörist bir örgüt olarak görmüyorum, direniş örgütü olarak görüyorum. Bundan yaklaşık 20 yıl önce buraya geldiğimde de bana aynı soru sorulmuştu, o zaman da aynı cevabı vermiştim.” Erdoğan’ın içinden geldiği siyasi ekolün Müslüman Kardeşler’e sempatisi malum. Onu bir kenara bırakarak soruyorum, İsrail’in Gazze’de işi iki senedir getirdiği yer artık Hamas’ın da bir zamanlar FKÖ’nün geçirdiği meşru siyasi aktöre dönüşme sürecinin önünü açmış olabilir mi?

Hayır. FKÖ ile Hamas arasında önemli fark var. FKÖ sadece Filistin'in bağımsızlığı için savaşan laik bir örgüttü. Yani dini temeli yoktu. Halbuki Hamas bir projeyi gerçekleştirmek için temelinde dini ideolojinin olduğu, şiddet kullanan bir örgüt olageldi. Elbette 7 Ekim 2023 sonrasında yaşanan her şey siyasal manzarayı tamamen değiştirdi. Ama burada Hamas’ın İran ile beraber jeopolitik sonuçlar veren bir tutum içine girdiği gerçeğini atlamamamız gerekiyor. Hamas, tüm bu süreçte Gazzelilerin kurtuluşunu sağlama hedefinin ötesine geçerek İran tarafından bölgeyi şekillendirmenin bir aracı olarak kullanıldı. Bunu göz ardı edemeyiz. Onun için ben Hamas’a hep mesafeli yaklaşıyorum.

-Nitekim Hamas’ın Filistin davasını bölerek zayıflatmak için Mossad’ın kuruluşuna örtülü destek verdiği yıllardır çok tartışılan bir iddiadır. Nitekim 7 Ekim 2023’ten sonra İsrail’de daha önce önemli görevlerde bulunan siyasetçi, istihbaratçı ve komutanlar 7 Ekim öncesinde Katar ve Suudi Arabistan’ın finansal desteği ile Hamas’ın silahlandırılmasının Netenyahu’nun tercihi olduğunu açık açık anlattılar. Yani Hamas aslında evet İran tarafından kullanılıyor ama bu Netenyahu İsrail’inin de işine gelmiyor mu?

Şimdi şöyledir, ilk olarak bir örgütü kuranlar kendi amaçlarına yarar sağlayacağını düşünürek bir hareket başlatırlar. Sonra, o hareket kendi kendine büyüdükçe onu başkaları da sahiplenir. Yani Hamas’ı sonradan İsrail aşırı sağı da dahil olmak üzere pek çok başka taraf sahiplendi. Bütün kuruluşlar böyledir. PKK öyle olmadı mı? PKK’yı da herkes sahiplendi ve kullandı.

-PKK ile ilgili çok fazla tevatür var. Türk devletinin kurdurduğu da çok popüler bir komplo teorisidir biliyorsunuz.

Hayır, hayır. Paylaşma açısından, sahiplenme açısından söylüyorum ben. Yine aynı söylediğime geliyorum; kurulduktan sonraki yıllarda Hizbullah’la hem Lübnan’ın hem Suriye’nin hem Filistin Kurtuluş Örgütü'nün adeta içlerini oyan stratejiler geliştirdi. İran'ın Akdeniz'e doğru açılma ve Şii hilalini oluşturma stratejisinde görev aldılar. Bugün yaşananların ışığında İsrail'in bölgeyi destabilize etmesi stratejisinde görev almış oluyorlar. Yani çıkış amacı bu olmasa da, kendilerinin motivasyonu bu olmasa da adeta İsrail'in bölgeyi destabilize etmesine katkı sağlayan bir aktör durumundalar.

-İran nihayetinde İsrail ile giriştiği bu ‘bölgeyi kendisine göre dizayn etme’ mücadelesinde çok ciddi darbe almış gibi gözüküyor. Bölge aktörlerinin kısa vadeli hesapları hakikaten de “Artık İran yok” önermesi üzerinden yapılabilir mi?

Türkiye'deki yorumcularda hep bir İran’ı yok farz etme hali var, haklısınız. Halbuki ben eskiden beri hep şunu savunurum; İran zayıf da olsa güçlü de olsa hep bu oyunun içindedir. İran’ın bölgede yönettiği Şii yapılanması hep bir oyuncudur ki Irak’ta da Saddam sonrasında bu yapılanmanın güçlendiği bir yönetim yapısı oluştu.

-Yalnız askerî açıdan bakıldığında bu bahsettiğiniz Şii yapılanmanın öncü ve savaşçı aktörü Hizbullah çok büyük darbe aldı İsrail’in noktasal saldırılarıyla. Onların toparlanması epey bir zaman almaz mı?

Darbe aldı almasına ama aynı zamanda da kalıcı bir unsur haline dönüştü. Şii unsurun politize tarafı tahkim oldu. Şii yapılanma eylemsel tarafta biraz geride bir döneme girmiş olabilir ama bu yaşananlar şunu ortaya çıkardı: o unsur artık hep kalıcı bir unsur olarak bölgede yaşayacak. Ayrıca Şiizm kan bağıyla geçen bir inançtır, o yüzden de siyaseten atılan tohumlar bir gün gelir yeşerir. Her zaman uyanmaya hazır bir destabilizatör unsur olarak kalacak. Onu hep varsaymak lazım. Öte yandan ben Netanyahu iktidarının kalıcı olmayacağını düşünüyorum. İsrail’de aklı selim çok siyasetçi ve kurum vardır. Hepsi Netanyahu’nun bu izlediği politikayla kendisi hakkındaki yolsuzluk dosyalarını geri plana attığını görüyor ve biliyorlar.

-Sünni-Şii ayrımının Müslüman ülkeler arasında ne kadar tahkim olduğunu da İsrail-İran savaşı vesilesiyle gördük değil mi? Yani ‘Arap dünyası’ diye anılan ülkeler grubu aslında ulusal karakterden ziyade dini motivasyonla hareket ediyor, bugün dahi.

Evet. Aşağı yukarı politika tamamen dini faktöre bağlı olduğu için de akılcılık hep bir tarafa bırakılıyor.

-Biz bugün ne durumdayız sizce? Türkiye de malum AKP iktidarı sırasında dış politika tercihlerinde dini motivasyonların çok öne çıktığı bir dönem yaşadı.

Yaşadık ve orada da büyük kayıplara uğradık. Bize bakanlıkta Orta Doğu Dairesi’nde ilk öğretilen şuydu; “Mısır, Arap dünyasının yarısıdır. Mısır olmadan Arap dünyası ayakta kalamaz.” Yani Arap dünyasıyla ilişkinin temeli Mısır'dan geçer. Bu yazılı olmayan ama bizim hep zihin arkamızda olan bir unsurdur. İşte, bu dönemde bu unsur yok oldu. Bedeli de çok ağır oldu. Doğu Akdeniz'deki bütün etkinliğimizi adeta kaybeder gibi olduk. Mısır üzerinden Körfez ülkeleriyle ilişkimiz bozuldu. O dönemi tabii böylesine bir zafiyet içinde yaşamasaydık belki Doğu Akdeniz'deki durum çok daha farklı olabilirdi.

-Bağdat’a 1986’da gidiyorsunuz, İran-Irak savaşı devam ederken. Savaşın sonuna da Saddam’ın Kuveyt’i işgaline giden sürece de tanıklık ediyorsunuz. 1989’da günlüğünüze düştüğünüz notlarda görüyoruz ki kordiplomatik çevrelerde sıkça yanıtı aranan bir soru var; “Acaba Baas rejimi ateşkesin sağladığı kısmi ateşkes sayesinde çok partili sisteme geçmeyi gündemine alır mı?” Bu bana bugün Türkiye’deki kordiplomatiğin her vesileyle sorduğu “Türkiye’deki çok partili hayatın sonuna mı geliniyor?” sorusunu anımsattı.

Tabii benim şu anda kordiplomatikle hiç ilişkim yok. Tamamen köşeme çekilmiş vaziyetteyim. Diplomaside kullanılan ‘outdated’ diye bir kavram vardır. Öyleyim, piyasada geçerliliğimiz kalmadı. Şimdi 1945-1947 arasını hatırlarsak, yani Türkiye’nin çok partili düzene geçtiği yılları, Almanya’ya savaş açanların kurduğu demokratik kulüp Birleşmiş Milletler denen yapı var. Türkiye zaten oraya üye olmak için Almanya’ya savaş açıyor. Yani otoriterliğe, faşizme savaş açan ülkelerin yükseldiği bir dönem. Şimdi öyle bir dünya yok. Yani daha çok otoriter ve totaliter rejimlere doğru bir gidiş var. Ben şuna inanıyorum; Türkiye........

© T24