Nasıl başa çıkmalı?
Diğer
20 Eylül 2025
Günümüzde dünyanın birçok ülkesinde otoriter rejimler egemen. Bazı siyaset bilimciler bunları iki kategoriye ayırmış: Muhalefetin neredeyse tamamen dışlandığı, seçimlerin hiç yapılmadığı ya da yalnızca bir formalite olarak var olduğu yönetimlere kapalı otoriter rejimler diyorlar. Seçimlerin yapıldığı ama adil, özgür ve rekabetçi olmadığı; medyanın, yargının ve ifade özgürlüğünün iktidar tarafından denetim altında tutulduğu yönetimlere de seçimli otoriter rejimler. Bizim günlük dilde “tek adam rejimi” dediğimiz, ama siyaset bilimcilerin daha havalı bir kavramla kişiselci otoriterlik (personalist authoritarianism) diye adlandırdığı yönetimler bu ikinci kategoriye denk düşüyor. Biz yine de bildiğimizden şaşmayıp onlara ‘tek adam rejimi’ demeye devam edelim ve şimdi bu yönetimlere biraz yakından bakalım.
Tek adam rejimleri, denge ve denetim mekanizmaları olmadan bütün iktidarın bir liderin elinde toplandığı rejimler. Anayasa, parlamento, yargı kâğıt üzerinde duruyor, ama kararlar fiilen liderin şahsi iradesinden çıkıyor. Devlet kaynakları sadakat ağı içinde dağıtılıyor, muhalefet baskı, sansür ve yargı sopasıyla eziliyor. Bu rejimlerde kişisel sadakate dayalı kadrolaşma, kurumların zayıflaması ve lider kültü göze çarpıyor. Meşruiyet kaynağı, ya “ben halkın gerçek temsilcisiyim” diyen popülist söylem ya da “istikrar ve güvenliği ancak ben sağlarım” iddiası. Tek adam rejimlerinin ayırt edici niteliği halkın tüm iradesini bir kişinin şahsında toplaması.
Rejimlerin popülist karakteri: Bu rejimlere “popülist” denmesinin nedeni, meşruiyetlerini doğrudan halk adına konuştuğunu iddia eden liderlerden almaları. Popülizm, siyaseti “halk” ile “elitler” ya da “düşmanlar” arasındaki mutlak bir mücadele olarak görür. Düşman kimi zaman “Batı yanlısı elitler,” kimi zaman “yabancı güçler” ya da “ulusal birliği bozanlar”dır. Bu rejimler demokrasinin içini boşaltır, ama seçimleri tümden ortadan kaldırmaz; aksine, onları kendi lehlerine işler hale getirir. Medyanın tam kontrolü, yargının bağımlılığı ve seçimlerdeki hilelerle süreç manipüle edilir.
Tek adam rejimlerinin faşizmden farkı: Faşist rejimler, ideolojik seferberliğe dayalı totaliter sistemler. Mussolini’nin İtalya’sı ya da Hitler’in Almanya’sı sadece düzeni sağlamakla kalmaz; toplumun her alanını kökten dönüştürmeyi hedefler. Tek parti örgütlenmesi, paramiliter yapılar, devlet kontrolündeki sendikalar, gençlik örgütleri, propaganda makineleri tek amaç için çalışır: Bireyleri faşist ideolojinin kalıplarına sokmak. Faşizm, devletle parti arasında tam bir bütünleşme oluşturur ve özel yaşama kadar uzanan bir kontrol mekanizması yaratır.
Tek adam rejimlerinde ise amaç toplumu baştan sona yeniden yaratmak değil, liderin iktidarını korumaktır. Böyle rejimlerde ideoloji değil popülist söylemler, patronaj ilişkileri ve sadakat ağları ön plandadır. Bu yüzden faşizm kadar total bir sistem kurmazlar; daha çok kurumsal mekanizmaları liderin şahsına bağlayan otoriterlik biçimleridir.
Popülizm, modern siyaset tarihinde uzun köklere sahip olsa da “popülist tek adam rejimleri” özellikle 20. yüzyılın ortalarından itibaren belirginleşir.
İlk dalga Latin Amerika’da yükseldi. 1930’lardan 1950’lere Arjantin’de Juan Domingo Perón, Brezilya’da Getúlio Vargas gibi figürler, karizmatik liderliklerini sendikalar, ordu ve geniş halk kesimleriyle birleştirerek lidere dayalı yönetimler kurdular. Bu dönem, küresel ekonomik buhran ve sanayileşme sancılarıyla şekillendi; liderler “halkın kurtarıcısı” rolüne bürünerek devlet kaynaklarını kendi meşruiyetlerini pekiştirmek için kullandılar.
İkinci dalga Soğuk Savaş’ın gölgesinde gelişti. 1960’lar ve 1970’lerde bağımsızlıklarını yeni kazanan Afrika ve Asya ülkelerinde yeterince kökleşmiş demokratik kurumlar yoktu. Bu boşluk, “kurtarıcı baba figürü” olarak yükselen liderlere alan açtı. Zaire’de Mobutu, Filipinler’de Marcos, Ortadoğu’da Saddam Hüseyin gibi isimler, şeklen seçimleri korurken fiilen tüm iktidarı kendilerinde topladılar.
Üçüncü dalga Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle ortaya çıktı. Lukaşenko’nun Belarus’ta yükselişi, Nazarbayev’in Kazakistan’da ve Aliyev’in Azerbaycan’da iktidarı kişiselleştirmeleri bu çerçeveye oturuyordu.
Aynı yıllarda Latin Amerika’da da yeni bir popülist dalga doğdu: Venezuela’da Hugo Chávez, Bolivya’da Evo Morales gibi liderler “halkın sesi” söylemiyle iktidara gelerek zamanla tüm kamu kurumlarını kişisel iktidar ağlarına eklemlediler ve liderin iradesine tabi kıldılar.
Günümüzde ise küreselleşmenin yarattığı eşitsizlikler, ekonomik krizler ve kimlik siyasetlerinin yükselişi, bu tür liderlere verimli bir zemin sunuyor. Viktor Orbán’ın Macaristan’da “illiberal demokrasi” (Yani hukukun üstünlüğü, temel hak ve özgürlükler, güçler ayrılığı, bağımsız yargı ve basın özgürlüğü olmayan demokrasi. Yumurtasız omlet gibi bir şey!) söylemiyle iktidarı pekiştirmesi, Modi’nin Hindistan’da Hindu milliyetçiliğini siyasal merkez haline getirmesi bu evrenin bazı örnekleri.
Siyaset bilimciler tek adam rejimlerinin hangi topraklarda filizlendiğine dair çalışmalar yapmışlar ve bu rejimlerin ortak noktalarını saptamışlar. Onlara göre böylesi rejimler modernleşme süreci yarım kalmış, ekonomik büyüme ile kurumsal kapasite arasında dengesizlikler yaşayan, genellikle alt-orta gelir grubunda olan ülkelerde ortaya çıkıyor. Yani hızlı modernleşme, şehirleşme, okullaşma oranının artışı gibi süreçler toplumu........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Robert Sarner
Andrew Silow-Carroll
Constantin Von Hoffmeister
Ellen Ginsberg Simon
Mark Travers Ph.d