'Yeni Türkiye'de umudu yalnızca 51 kişilik komisyona bırakmalı mıyız?
Diğer
11 Ağustos 2025
Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu
Cumhuriyetin en önemli toplumsal kazanımları arasındaydı; alın teriyle, emeğiyle, ahlakıyla bir bireyin daha iyi bir hayat kurabilmesi, sınıf atlamasının mümkün olması. Herkesin ortak hayaliydi bu, çocuklarının kendisinden daha iyi bir hayat sürebileceği bir ülke bırakmak. Bu hayal yalnızca bireysel başarı değil, aynı zamanda ortak geleceğe dair bir umut ve toplumsal dönüşümün de taşıyıcısıydı. Ahlaklı kalmanın ve alın teriyle var olmanın bir değer olarak karşılık bulduğu bir düzende, başarı bireyin olduğu kadar ailesinin de kaderini değiştirebilirdi.
Ama artık o hayali taşıyabilmek kolay değil. Bugünün Türkiye’sinde, uzun zamandır biriken keyfiyet, her alana sirayet eden partizanlık, çeteleşme ve cezasızlık düzeni bu toplumsal sözleşmeyi çözüyor. Sınav sorularının çalındığı, mülakatlarda liyakatin değil sadakatin arandığı, sahte diplomaların yüksek makamlara giden yolu açtığı bir ülkede eğitimle, emekle, ahlakla başarılı olma ihtimali giderek buharlaşıyor.
Her gün başka bir skandalla uyanıyoruz. Yasal olanın değil, iktidara yakın olanın kazanabildiği, kuralsızlığa razı olmadan var olmanın neredeyse mümkün olmadığı bir düzene alışmamız bekleniyor. Giderek hayatımızdan “edep, adap, ayıp” çıkmış, “suç ve ceza” keyfileşmiş, dindar iddiaları baskın olduğu varsayılan bir iktidar döneminde “haram, helal, günah” kavramları bile hayatımızdan çıkarılmış. Üstelik bu çürümenin sergilenişindeki, normalleştirilmesindeki cüretkarlıklar korkutucu.
Bu tablo en çok da gençlerin umudunu çalıyor. Çünkü geleceğe dair hayalleri değil, geleceksizliğe dair korkuları konuşuyoruz. Umut yerine beklentisizlik, ortak gelecek yerine kişisel kaçış senaryoları geçiyor.
Oysa bu topraklar yeniden ortak hikayeye, yeniden emekle, ahlakla var olunabileceğine dair bir inanca ihtiyaç duyuyor. Ve belki de en çok bunu savunmak gerekiyor; alın teriyle ve insan olmanın değerleriyle yaşamanın onurunu yeniden kurabilmek…
Donmuş bir gölde yaşıyor gibiyiz. Okurların hatırlayacaklarını umuyorum, donmuş göl metaforunu Türkiye toplumunun bastırılmış sorunlarını, ötelenmiş yüzleşmelerini ve çözümsüzlüğün sürekliliğini anlatmak için kullanıyorum sık sık.
Gölün üstü donmuş; yüzeyde bir sükunet, hareketsizlik, istikrar görüntüsü var. Sabahın buğusu gibi görünen yoğun bir sis gölün üstünde. Bir bakışta net görülmüyor gölün üstü; sisin ve buzun altında neyi barındırdığı uzaktan anlaşılmıyor. Ama altı hareketli; toplumun gerçek gündemleri, geçim sıkıntıları, yoksulluklar, yoksunluklar, bastırılmış kimlik talepleri, eşitsizlikler, korkular ve değişim arzusu suyun altında bazen iç içe bazen ayrı akıntılar şeklinde devam ediyor. Yani toplum sanki durağan ve sabit görünüyor ama aslında alt katmanlarda büyük bir gerilim birikiyor. Bu gerilim bir ortak hayat, ortak gelecek arayışına dönebilirse enerji kaynağı.
Öte yandan bu gerilim korkular, ötekileştirmeler, şeytanlaştırmalarla manipüle edilirse tamiri çok zor iç gerilimlerin de kaynağı. Çünkü gölün yüzeyindeki o buz, kalın bir güvenlik tabakası değil, ince bir kırılganlık zemini de aynı zamanda. Üzerine fazla yük bindiğinde veya bir darbe geldiğinde buz kırılır, bastırılan ne varsa yüzeye fırlar, saçılır. Kırılma ve saçılma duygu dünyasında bir daha bir araya gelmesi mümkün olmayacak parçalanmalara enerji olur.
Geçen hafta korkuların nasıl bireysel bir duygudan çıkıp toplumsal bir iklime,........
© T24
