El falı bakan Tanpınar’dan “Ben her şeyi görürüm” diyenlere
Diğer
05 Ekim 2025
Ahmet Hamdi Tanpınar
Tanpınar, 1901 yılında İstanbul’da doğdu; hiç evlenmedi ama yalnız da ölmedi. Tanpınar, kitap aşığı ve tarihin oğlu… Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüne ve yeni bir Cumhuriyet’in doğuşuna tanıklık eden “ne içinde zamanın ne de büsbütün dışında” bir kuşağın çocuğuydu. Babası Hüseyin Fikri Efendi, bir kadıydı ve bu nedenle ailenin sık sık yer değiştirmesi, Tanpınar’ın çocukluğunda sabit bir aidiyet duygusu geliştirmesini zorlaştırdı. İstanbul, Sinop, Siirt, Antalya gibi farklı şehirlerde geçen çocukluğu, onun ruhunda bir “yer” arayışını kökleştirdi. Bu arayış, eserlerinde sıkça görülen “geçmiş” ile “şimdi”, “Doğu” ile “Batı” ve “eski” ile “yeni” arasındaki çatışmada her dönem insanında ve bugünün insanlarında da olduğu gibi kendi kimliğini bulma çabasıyla eylemleşti. Kuş, kanatsız doğsa, yine de istemez miydi konmak için bir dal? İşte öyle. Tanpınar’ın ruh hali, bu erken dönemden itibaren melankoli, nostalji ve bir tür “tamamlanmamışlık” hissiyle şekillendi. Kendi döneminin yenidünyasına elbette o da ayak uydurmak isterdi, eski ile yeninin tam ortasındaki eşikte bu kadar yorgun hissetmeseydi belki. Oysa hiçbir şey yarım kalmaz, her şey insanda “yarım kalmış”lık hissiyle tamamlanır; ama insan bunu anlamaz, doğar ve gözlerini açar açmaz “alışayım” diye bu diyara debelenir durur; sular karalara vursun, taşları yosun tutsun, kuşlar uçuşup dursun: Dünya, insan için değil, alışamaz. “Alıştım” diyen, “alıştım dünyaya” dediği günün kertesine yatar çırılçıplak, ertesini de bulamaz.
Türkiye, bir coğrafya, bir kimlik ve kültür sahasıdır. Top atışları hülasa! İnsana çok yaşamak şansı tanımasa da… Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüyle başlayan ve Cumhuriyet’in kuruluşuyla hızlanan modernleşme süreci, Tanpınar’ın eserlerinin ana eksenini oluşturur. Bu süreç, onun gözünde, siyasi ve ekonomik bir dönüşümle dönüp duran kültürel ve ruhsal bir krizdir de. Osmanlı’dan devralınan kültürel zengin miras, modernleşme adına çoğu zaman yüzeysel bir batılılaşma çabasıyla terk edilmiş, yerine ise ne tam anlamıyla batılı ne de doğulu bir kimlik inşa edilebilmiştir. Tanpınar, bu “arada kalmışlık” halini, eserlerinde hem birey hem de toplum düzeyinde resmeder. Onun Türkiye’si, bir yandan geçmişin estetik ve manevi değerlerine tutunmaya çalışan, diğer yandan modern dünyanın dayattığı değişimlere ayak uydurmaya çabalayan bir toplumun portresidir. Onun metinlerinde, özellikle “Huzur” romanında, İstanbul’un sokaklarında, Boğaz’ın sularında ve eski musikide aranan huzur, aslında Tanpınar’ın kendi iç dünyasındaki huzur arayışının da bir uzantısıdır. O yarım olanı tamamlamaya çalışmanın kaygısını umursamaz bir tavır taşır ama aslında düşünlerinde cereyan eden büyük fırtınaların da yarattığı bir yazardır. İyi bir yazar olmak, kalem tutup da pare pare olmak az şey olmadığı gibi, harap ile viranın da izdivacına bağlıdır.
Tanpınar’ın edebiyat serüveni, genç yaşta Yahya Kemal Beyatlı’nın etkisiyle başladı. Yahya Kemal, onun hocası, ilham kaynağı ve aynı zamanda gölgesinden sıyrılmaya çalıştığı hayatındaki başrollerden de biri oldu. Rivayetlere göre, Nazım Hikmet’le Beyatlı arasındaki gibi olmasa da, çünkü zamparalık başa hep bela, Tanpınar ile Yahya Kemal arasında da hem derin bir bağ hem de zaman zaman gerilimli bir ilişki vardır. Biz yazanlar için içimizde peşinden gitme arzusu taşıdıklarımız bizim en azılı düşmanlarımızdır zaten. Hem çok hayran hem de düşman olmayınca tadını alamadığımız için galiba! Bizi bir güzel mayalarlar, sonra mayaladıkları yoğurda bir kaşık sallamak isterler de biz bunu kaldıramayız diye de. Hayranlıkla kıskançlık yakın akrabadırlar ne de olsa. Yahya Kemal’in edebi zevki, Tanpınar’ın şiirlerinde ve nesrinde derin izler bıraksa da, Tanpınar’ın kendi sesini bulma çabası, onun eserlerinde bireysel bir ton yakalamasını nitekim sağladı. Yahya Kemal’in vefatından sonra Tanpınar’ın mezarının hocasının yanına defnedilmesi de bu bağın bir başka tarafıdır. Ben de hocamın yanına gömülmek isterdim doğrusu, fakat hocam benim istediğim yere gömülmeyi kabul etseydi eğer. Şöhret başını döndürüyor olmalı çünkü insanın… Yan yana gömülmesek de olur, ama birimiz diğerinin gözlerine toprak serpecek, kaçınılmaz ve çok yakın! Eğilip başucuma telkin de verecek, korka korka, mırıl mırıl, ben öyle istiyorum diye. Tanpınar’ın ruh hali, bu ilişki üzerinden değerlendirilirse eğer; hem hayranlık hem de bağımsızlık savaşı içinde şeklenmiş bir ruhun halidir. Bu çelişki, onun eserlerinde sıkça görülen “eski” ile “yeni” arasındaki çekişmenin de bir parçasıdır. Oysa Tanpınar, o dönemin yazarları ve şairleri arasında sesi yepyeni olsa da ruhen çok eski biridir. Bir hastane odasında kendisinden geriye yastığının altından çıkan kâğıtta iki satır yazı: “Ölmek kaderde var, yaşayıp köhnemek hazin. / Buna bir çare yok mudur yâ Rabbe’l-âlemin?” diyen Yahya Kemal’in ardından her yazarın duymak istediği sözleri hayattayken söylediklerinden çok daha derin bir bağlılıkla dile getirmiştir:
“Yahya Kemal’in eserleri arasında bir rubai ölümünden sonra muhayyilemi adeta zapt etti:
Çepçevre bahar içinde bir yer gördük
Ferhat ile Şirin’i beraber gördük
Baktık geceden fecre kadar ellerde
Yıldızlara yükselen kadehler gördük
Bu rubaiyi vaktiyle bu kadar sever miydim, bilmiyorum. Şimdi onda yalnız Türkçenin en güzel eserlerinden birini değil, Yahya Kemal’in kendisini görüyorum. Sanki elinde kadehi, dudaklarında hepimizin tanıdığımız o güzel ve hikmetli tebessüm, dinlenmiş yüzü ile bu dört mısranın çerçevesi içinden bize bakıyor. İtiraf edeyim ki bu vehimde hakikat olan bir nokta vardır: Yahya Kemal, bu mısralarında benzerlerin ebedi saadet ve talihi yenme masalında asıl şahsiyetini aramıştı. O, bir kültürü ferdi bir macera gibi yaşayan, yaşamak isteyen insandı. Onun için tesiri bu kadar büyük oldu. Hayatımızda kalıntı halinde gördüğümüz bir yığın şey onunla yenileşti ve değer kazandı. Musikimiz, masallarımız, tarihimiz, dilimiz ve insanımız. Bu işi yapmak için tam zamanında gelmişti. Her sanatkârın hayatında asıl kemal noktası olan birkaç sene vardır. Yahya Kemal bu birkaç seneyi devriyle tam bir uygunluk halinde yaşadı. Pek az şair onun kadar her teklifine cemiyetten sarih ve muayyen cevap almıştır. Bu itibarla bir şairden ziyade o büyük şeftorkestrlara benzetmek hiç hatalı olmaz. Zaman bu uygunluk, bu aktüelde hüküm sürmeyi elbette kıskanacaktı. Nesiller birbirini ittikçe Yahya........© T24





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Sabine Sterk
Robert Sarner
Andrew Silow-Carroll
Constantin Von Hoffmeister
Ellen Ginsberg Simon
Mark Travers Ph.d