menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

‘Alla Turca’ asalaklık

26 1
17.06.2025

Kapitalist üretim biçiminin tarihsel çözümlemesinde sermayedar sınıfın “devrimci” ya da ilerici niteliği (hatta böyle bir niteliği bulunup bulunmadığı) çok tartışılmıştır. Örneğin Marx ve Engels’in 1848’de Komünist Manifesto’da burjuvaziye atfettikleri devrimcilik ile, 1867’de yayınlanan Kapital’in birinci cildinde Marx’ın sunduğu sermaye eleştirisi yan yana konduğunda, birinci metinde bu iki büyük komünistin 1848 devrimlerinin heyecanıyla biraz “aceleci” davrandıkları iddia edilebilir.

Ne var ki bu, yüzeysel bir okuma olacaktır. Marksizm, burjuvazi kendi devrimini yapar ve yeni egemen sınıfa, yani sermayedar sınıfa dönüşürken, kendi çıkarları doğrultusunda topluma dayattığı yeni üretim biçiminin eski üretim biçimi karşısında devrimci olduğunu savunur. Yani burjuvazi bir yanda, zaman içerisinde gerici ve despotik bir nitelik kazanmak zorunda olan kendi sınıf egemenliğini kurmaktadır. Diğer yanda ise, bu sınıf egemenliğinin tek güdüsü sermayenin sonsuzca biriktirilmesidir ve ortaya çıkan piyasa temelli yeni ekonomik düzende bu ancak piyasanın sonsuzca büyümesiyle mümkündür. Dolayısıyla yeni düzen daha en baştan sanayi devrimiyle insan emeğinin üretkenliğini ölçüsüz biçimde artırmıştır ve sürekli daha da artırmaya koşulludur.

Yani Marx ve Engels’in yazdıklarında bir tutarsızlık yoktur; burjuva devrimi ve kapitalizm çelişkilidir.

Bu sistem makineleşme ile emek üretkenliğini artırır, ama ücretlerin artmasını engeller ve üretilen mallar satılamaz, ekonomik kriz yaşanır. Benzer biçimde bu sistem emek üretkenliğini artırır ama derdi olabildiğince çok üretip satmak olduğu için çalışma saatlerini kısaltmaz; aksine makineleşme çalışmayı fiziken kolaylaştırdığı için çalışma saatlerini uzatır ve ezilen sınıfın yaşantısı yorgunluk açısından neredeyse kölelerinkinden farksız sürüp gider.

Burjuvazinin devrimciliği, böyle nalıncı keseri gibi sırf kendine yontan bir devrimciliktir. Öte yandan kapitalizmin gelişimini sağladığı üretici güçler, burjuvazinin elinden alındığında tarihte görülmemiş bir refah, eşitlik ve özgürlük toplumu kurulabilir. Komünistlerin hedefi budur.

Dolayısıyla mesele, işçilerin emeği sömürülerek biriktirilmiş, yani aslında toplumsal olan zenginliklere; daha da önemlisi zenginliğin sürdürülmesinin olanakları olan üretim araçlarına toplum adına el koymak, bu olanaklara çökmüş olan asalak sermayedar sınıfı mülksüzleştirmektir.

Son haftalarda Cumhuriyetçiler Kurultayı’nın kürsüsüne de yansımış canlı bir tartışma yürüyor: Sermayedar sınıfın zenginliği cumhuriyet fikrinin ve fiilen cumhuriyet rejiminin altını oyuyorsa, cumhuriyetçiler nasıl davranmalı? Komünist cumhuriyetçiler kapsamlı ve rıza aranmayan devletleştirmeyi savunuyor. Bu pozisyona karşı çıkanlar da var. Örneğin Özdemir İnce, Cumhuriyet gazetesinde birkaç yazıdır tanıttığı Fransız sosyalist Jean Jaurès’in “gönüllü ve sınırlı kolektifleştirmeyi savunmuş” olmasını, “özel mülkiyetin yok edilmesini değil, demokratikleştirilmesini istemesini” öne çıkartıyor.1

Kökü kooperatifçilik ile komünizm arasındaki tartışmalara kadar giden bu gündemi çok anlamlı buluyorum. Bu tartışmaların ilk turu işçi sınıfının tarihte kurduğu ilk devrimci örgütü olan Birinci Enternasyonal çatısı altında yürütülmüş ve büyük düşünsel kazanımlarla sonuçlanmıştı.

Bu........

© soL