Savaşa kapıyı kırınca
Savaşın ilk haftasını geride bıraktık. Öncelikle artık karşımızda duranın bir çatışma, bir itişme değil tam bir savaş olduğu tespitini yapalım. Çekingen davranmaya gerek yok. İran ve İsrail ellerindeki bütün gücü birbirlerine azami zararı vermek için kullanıyorlar. Ortak sınırları olmadığı için deniz veya kara kuvvetleri devrede değil. Savaş havadan gerçekleşiyor ve karada öldürüyor.
Ben bu yazıyı kaleme aldıktan sonra ABD de İran’ın nükleer tesislerine karşı bir hava saldırısı gerçekleştirdi. İran da buna karşılık bir yandan Tel Aviv’e haysiyetli sayıda füze gönderdi diğer yandan da Hürmüz Boğazı’nı gemi trafiğine kapatacağını açıkladı.
İşin özü şu: İran hâlâ yalnız savaşıyor. İsrail’in ise kimlerle birlikte olduğu belli. Uluslararası sermayenin dörtte üçü İsrail’in arkasında diyebiliriz. Sermayenin sadece parası ve silahı yok. En az o kadar etkili olan bir de medyası var. Neyi görüp, neyi görmeyeceğimize, neyi duyup, neyi duymayacağımıza ve son tahlilde neyi tartışabileceğimize işte o sermaye karar veriyor. En azından bunu yapabilmek için bütün olanaklarını seferber ediyor.
Algı kısmını değerlendirmeyi sonraya bırakıp biraz olup bitenlere bakalım. 13 Haziran sabaha karşı başlayan İsrail saldırısından sonraki 12 saat neredeyse kâbus gibiydi çoğumuz için. İran ağır bir darbe yemişti ve yenilgisi kaçınılmazdı. İsrail/ABD Cinayet ve Soykırım Anonim (vergi kaçırma ve hileli iflas konularında kolaylık sağladığı için) Şirketi tarafından gerçekleştirilen saldırının gerekçesi nükleer silahlanmayı durdurmak, gerçek amacı ise İran’ı Suriyeleştirmekti. İran’ın ilk saatlerdeki bocalaması, uğradığı saldırının kapsam ve isabeti emperyalizmin bu hedefe ulaşmakta zorlanmayacağı izlenimi vermişti.
Aynı günün gecesinden itibaren manzara değişti. İran karşılık vermeye ve İsrail’i vurmaya başladı. İsrail’in saldırıları olanca şiddetiyle sürüyordu ama İran da yanıt veriyor, İsrail kentlerinin geceleri balistik füzeler ve hava savunma sistemlerinden kaynaklanan patlamalarla aydınlanıyordu. Hâlâ iki ülkenin yalandan savaştığı palavrasını yaymaya çalışanlara ışık tutar umuduyla şunu da söyleyelim. İsrail kurulduğu günden beri an ağır savaş tahribatını yaşıyor. Pek de iyi oluyor.
Savaş olanca şiddetiyle sürüyor. İran’ın taktik ve stratejik cephanesini -ki buna akıl da dahil- kimlerinin beklediği gibi telaş içinde kullanmadığı görülüyor. İsrail’in dokunulmazlığı efsanesi çoktan tarihe karıştı. Her gece en azından birkaç balistik füze İsraillilere yetmiş beş yıldır bölgenin neredeyse bütün halklarına dehşet saçmanın, Gazze bombalanırken hâkim tepelerde içeceklerini yudumlamanın, Filistinli bebekleri öldürmenin ve öldürenleri alkışlamanın, Filistinliler canlarını, mallarını kendilerine hak görmenin, işgal edilen evlerde ev sakinlerinin kıyafetleriyle sapıkça pozlar verip sosyal medyada yaymanın bir bedeli olabileceğini hatırlatıyor. Yeterli değil belki ama hiç yoktan iyi.
Yeri gelmişken cümleye “ama İsrailli siviller de” diye başlayanlara da değinelim. Birincisi başka bir halkın toprağına gecekondu kurup yerleşmeye kalkışan sömürgeci bir antitenin unsurlarının ne kadar “sivil” sayılabileceği çok tartışmalı. Üniforma giyince asker olamayabileceğiniz gibi üniformayı çıkartsanız bile sivil olmamanız da mümkün. İkincisi, bu unsurların büyük bir bölümü Netanyahu ve alabildiğine sapıtmış yobazlardan oluşan hükümetini destekliyor. Üçüncüsü, askerlik çağına gelen her İsrailli (bir grup dinci hariç) İsrail’in işgal ve soykırım ordusunda görev yapıyor. Dördüncüsü askerlik çağına dahi gelmemiş 10-17 yaş aralığındaki........
© soL
