Borçlular Cumhuriyeti: Tefeci rahipler ve kutsal borçlar
“Ne xeyrını görmüşüm”
12 yıldır 29 Ekimlerin vazgeçilmezi olmuş bir video kesiti vardır. Mütemadiyen her Cumhuriyet Bayramında sosyal medyada gündem olur, aynı beylik laflar sarf edilir ve aynı ritüeller tam bir huşu içinde yerine getirilir. Sırrı Süreyya Önder’in 29 Ekim 2012’de Cengiz Çandar ve Mehmet Ocaktan ile çıktığı bir televizyon programındandır bu kesit; “ben bu Cumhuriyetin ne xeyrını görmüşüm” diye bilinir. (Bu kesit üzerinden türlü demogojilere girişenler özellikle bu kelimenin meftunudurlar. Tırnak içine alıp “hıyrını” yazmayı, pek de mahir olmadıkları halde boğazlarını hepten sıkıp hırıldatarak güya dalga geçmeyi çok severler.)
Önceleri Önder’in yönetmen yahut milletvekili olması üzerinden kin kusulurdu. Başkanvekili olmasını takiben kinin odağı da orası oldu elbet. 15 Nisan gecesi kalp krizi geçirip hastaneye kaldırılmasının ardından bu video kesiti de yeniden dolaşıma girdi. Bu defa vekil olması bile değil, hastanede tedavi görmesi yeterli oldu. Şunlar yazıldı çokça: “Ne hayrını görmüşüm diyen Sırrı Süreyya Önder bugün Cumhuriyetin imkanlarıyla tedavi görüyor, Cumhuriyetin yetiştirdiği doktorlar canını kurtarmak için uğraşıyor.”
Ölüm döşeğinde olan bir insana karşı bu vicdansızlığı eleştirmek yersiz değildir elbet. Ancak sarf edilen bu sözlerin hümanist bir eleştiriden önce politik bir eleştiriye konu edilmesi gerekiyor. Vicdansız oldukları su götürmez, ancak bu meşum söylemleri yalnızca vicdansız oldukları için dillendirmiyorlar. Aksine bu söylemler kutsal bir borçlandırma stratejisinin en billur örneği.
Tefeciler ve Borçlandırma Stratejileri
Elbette bu mutatlaşmış nefret seansının yöneldiği tek kişi Önder değil. Dahası, bu basit bir “nankörlük” suçlaması da değil. Cumhuriyetin özde yurttaşı olamamış, siyasal sisteminden, imkan ve imtiyazlarından dışlanmış hangi toplumsal kesim varsa kamusal bir görünürlük kazanıp sesini duyurmaya başlayınca, kendisine biçilen silik rolü terk edip ön plana çıkınca bu kindar okların hedefi olarak buluyor kendini.
Yalnızca iki şey gerekiyor bunun için: 1) Siyasal sistemden dışlanmış olmak, 2) Güç kazanmak ve talep etmek. Bahadır Dinçaslan’ın tavrı bu durumu semptomatik bir şekilde ortaya koyuyor. “Güç geçer akçe olursa” başlıklı videosunda mealen şöyle diyor: “Ne hayrını görmüşüm diyordu. Şimdi Cumhuriyet’in imkanlarıyla tedavi görüyor. Bunu gücü olduğu için, tabanı olduğu için yapabiliyor. Ben gücü olmayan, sosyal sermayesi olmayan, kendi halimde yaşayıp gideceğim diyen Kürdün yanındayım.”
Şecaat arz ederken merd-i kıptî sirkatin söylermiş hesabı güya lütfeder görünecekken söyleminin temelinde yatan çelişkiyi ayan beyan ortaya koyuyor. Zira sözlerini yalnızca tersinden okumak dahi gerçek niteliğini ifşa ediyor: “Ben güç biriktirmeye başlamış, sosyal sermaye elde etmeye başlamış, ‘hayır, ben yalnızca kendi halimde yaşayıp gitmeyeceğim, bu ülkenin geleceğine ilişkin söyleyecek iki çift lafım var’ diyen Kürdün karşısındayım.”
Siyaset tam da güç biriktirmek, gücü kanalize etmek, kullanmak sanatıdır. Gücü olmamasını ve güce talip olmamasını yanında durmak için şart koşarken esasında siyaset yapmamasını buyuruyor. Kürtlerin yahut da dışlanmışların yapabileceği tek bir siyaset var onun nezdinde; aynen aktarıyorum: “Burada saygın birer Türk vatandaşı olarak yaşamak istiyorlarsa Cumhuriyet değerlerinin safında duracaklar. Bizimle beraber mücadele edecekler. Biz de bizimle beraber mücadele edeni benimseyeceğiz, özümseyeceğiz. Onunla Türk........
© Serbestiyet
