Mehmet Ali Sebük’ü neden kimse hatırlamıyor?
“Onlar Adnan Menderes’i bayrak yapsın, biz Nazım Hikmet’i yapalım”
Sosyal medyada dolaşan, ekmeğini onlar ve biz antagonizmasından çıkarmaya çalışan müflis bir komünist siyasetçinin konuşmasından başlayan tartışma ne kadar çok insanın yakın tarihi eğip bükerek kendi damak tadına uygun hale getirdiği gösterdi.
Aralarında gazeteciler, anayasa profesörlerinin bile olduğu bir çok insan tarih kitabını hoşlarına gitmeyen sayfaları kopararak okumuşlardı.
Siyah ve beyaz bu tarih kitaplarında ise kendi rengini kendi belirlemiş Mehmet Ali Sebük gibi isimlere tabii ki yer yoktu.
Hikayenin başında 60 yıl Türkiye’de düşünen herkese kan kusturan bir ceza kanunu maddesi var.
16 Temmuz 1938 günü Meclis’te 3531 sayılı yasayla Türk Ceza Kanunu’nun meşhur 141 ve 142. maddelerinde bir değişiklik yapıldı.
Adı verilmese de komünizmle mücadele için ceza kanuna konmuş 141. maddenin bu değişiklikten önceki hali şöyleydi:
“Memleket dahilinde, içtimaî bir zümrenin diğerleri üzerinde tahakkümünü şiddet kullanmak suretiyle tesis etmeğe veya içtimaî bir zümreyi şiddet kullanarak ortadan kaldırmağa ve memleket dahilinde teşekkül etmiş iktisadî veya içtimaî nizamları şiddet kullanarak devirmeğe matuf cemiyetleri tesis, teşkil, tanzim veya sevk ve idare eden kimse…cezalandırılır.”
Maddeden sadece üç kere tekrar eden iki kelime çıkarılmıştı: Şiddet kullanarak (kullanmak suretiyle)
Ama bu küçük rötuşla şiddet ve cebir şartı aranmadan her türlü komünist faaliyet, eylem, söz “rejimi yıkmaya teşebbüs” suçuna sokulmuş oldu.
Peki, Meclis neden durup dururken böyle bir değişikliğe ihtiyaç duymuştu?
Bu acil değişikliğin sebebi o günlerde görülmekte olan iki davada ceza verilmekte zorlanılmasıydı.
Harp Okulu ve Donanma Davaları olan bilinen davalarda askeri öğrencilerle birlikte üç ünlü isim de yargılanmıştı: Nazım Hikmet, Kemal Tahir ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı.
Nazım Hikmet, o sırada 36 yaşında genç bir yazar ve şairdi. Hem anne hem de baba tarafından üç kuşak devlete paşa, üst düzey vali ve diplomat olarak hizmet etmiş soylu bir aileden geliyordu.
Dayısı Atatürk’ün sınıf arkadaşı ve İstiklal Harbi kahramanı Ali Fuad Cebesoy’du. Daha çocukken Bahriye üzerine yazdığı bir şiiri çok beğenen Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın teşvikiyle, mahkemesinde yargılanacağı Bahriye’ye girmiş, sonra disiplinsizlikten subay olmadan ayrılmıştı.
Bir teoriye göre Cumhuriyet’le dışlanan İstanbul’un diğer soylu ailelerin iyi yetişmiş başka çocukları gibi o da tepki olarak komünist olmuştu. 30’lardan itibaren bu yüzden dokuz kez yargılanmış, kısa süreli hapis cezaları da almıştı.
Sürekli takibat altındaydı. 1938 yılının Ocak ayında kısa bir süre başına geleceklerden habersiz dergicilik ve sinema işleriyle uğraşıyordu.
Soruşturmanın nasıl başladığıyla ilgili iki rivayet var.
Birincisine göre Nazım Hikmet, bir gün önce çalıştığı sinemaya sonra Nişantaşı’ndaki evine gelen, hayranı olduğunu söyleyen üniformalı bir Kuleli Askeri Lisesi öğrencisini peşine takılmış bir ajan zannetmiş, durumu kendisiyle “ilgilenen” Emniyet başkomiserini arayarak bildirmiş ve peşine üniformalı askerler takmalarından şikayetçi olmuştu.
Başkomiser ise kendilerinin böyle bir şey yapmadığını söylemiş ama Nazım’ın bu telefonu daha sonra kendisini de içine alacak bir soruşturmayı tetiklemişti.
Diğer rivayete göre ise aslında olay Kuleli Askeri Lisesi’nde sosyalist fikirlere yakın olan öğrencilerin, Türkçü öğrenciler tarafından ihbar edilmesiyle başlamıştı. İhbarcı öğrencilerden biri daha sonra önce 27 Mayıs Milli Birlik Komitesi üyesi olacak, ardından emekli günlerinde ise tuhaf bir şekilde sosyalist örgütlerde bulunacak yarbay Sami Küçük’tü. İhbar üzerine okulda arama yapılmış ve dolaplarından tehlikeli, sol kitaplar çıkan 21 öğrenci gözaltına alınmıştı.
Tehlikeli kitaplar listesinde yok yoktu; Gorki, Zola, André Malraux’nun kitapları, İspanyol İç Savaşı, diyelaktik materyalizm üzerine kitaplar ve bir de Nazım Hikmet’in “Benerci Kendini Niçin Öldürdü?”sü.
Kitabının askeri öğrencilerde çıkması ve kendisiyle görüştüğünü söyleyen bir öğrencinin ifadesi Nazım Hikmet’in ordu içinde komünist bir teşkilat kurmaya çalışmakla suçlanmasına yetmişti.
Nazım Hikmet komünistti ama Türkiye Komünist Partisi üye olmuş ama sonra ayrılmıştı.
Nişantaşı’ndaki evinde Hilmi Ziya Ülken’le birlikte bir dergi üzerinde çalışırken evi basılmış, kendisini önce Kadıköy İskelesi’nde bekleyen bir teknede sonra da tutuklu kalacağı açıktaki Erkin gemisinde bulmuştu.
O günlerde 28 yaşında, daha meşhur romanlarından hiçbirini yazmamış genç bir gazeteci olan Kemal Tahir’in gözaltına alınmasının sebebi de kitaptı. Ama kendi kitapları değil. Bahriye’de astsubay olan kardeşi Nuri Tahir’e Sabahattin Ali’nin kitaplarını vermekti suçu.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı ise eşiyle birlikte kurduğu Kıvılcımlı Kütüphanesi yüzünden soruşturmaya dahil olmuştu. Kütüphanenin müdavimi olan Kerim Korcan adında bir genç, buradan aldığı kitapları kurduğu kitap severler kulübündeki arkadaşlarıyla paylaşıyordu. Kitap alıp verdiklerinden biri de Yavuz zırhlısında askerlik yapan ağabeyiydi. O kitaplar yüzünden Hikmet Kıvılcımlı ve eşi de soruşturmada gözaltına alındılar.
Ama tabii ki savcı onları kitapları okunduğu ya da öğrencilere kitap verdikleri için değil, ordu içinde komünist örgüt kurup anayasal düzeni değiştirmeye çalışmakla, askeri disipline aykırı hareket etmekle suçladı.
Gazetelerde tek satır haber çıkmayan dava, Silivri açıklarındaki Yavuz zırhlısında görüldü. Ortada gizli bir ihbar mektubu, çelişkili bir tanık ifadesi ve bolca kitaptan başka bir delil yoktu. Ama komünizm korkusunun sardığı Ankara’yı bu “gizli” kitap örgütü çok telaşlandırmıştı. Cezalar da o nispette oldu.
Nazım Hikmet 28 yıl, Kemal Tahir ve Hikmet Kıvılcımlı ise 15’er yıl hapis cezası aldılar.
Cezalar ağırdı. Hepsinin Ankara’da çevreleri genişti. Bunun bir adli hata olduğu ve düzeltilmesi gerektiğini düşünenlerin sayısı da çoktu.
Onlardan biri de Nazım Hikmet’in dayısı Ali Fuad Cebesoy’du. Ama kimse sesini çıkaramıyor, inisiyatif alıp adım atmak ve bu yüzden damgalanmak istemiyordu.
Kemal Tahir, Hikmet Kıvılcımlı İsmet Paşa’ya mektuplar yazarak uğradıklarını haksızlığı anlattılar ama işe yaramadı. Nazım Hikmet, hapiste tanıdıklarının teşvikiyle Kuvvai Milliye Destanı’nı yazdı ama o da işe yaramadı. Ona gizliden çeviriler yaptıran Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel bile komünistlere yardımla suçlandı.
Nazım Hikmet ve annesi Celile Hanım, hayattayken Atatürk’e mektuplar yazdılar, masumuz dediler, af dilediler ama hiçbir cevap alamadılar.
1945’den sonra hava değişti.
1950 seçimlerine doğru gidilirken, üç ismi içeriden kurtaracak bir af gündeme geldi ama sonra “komünistlere af çıkarılıyor” şayiasıyla tasarı geri çekildi.
Tasarı geri çekilince ümitlerini kaybeden Nazım Hikmet 14 Mayıs 1950 seçimlerinde günler kala açlık grevine başladı. Ama seçime kilitlenmiş ülkede sesini duyuramıyordu.
13 yıldır hapiste yatan oğlunun günden güne erimesine dayanamayan 70’li yaşlardaki annesi ressam Celile Hanım, bir pankart hazırladı, bir defterle Galata Köprüsü’ne çıktı ve oğlu için halktan imza toplamaya başladı.
Pankartta şöyle yazıyordu: “Haksız yere mahkum edilen oğlu nazım Hikmet açlık grevindedir. Ben de ölmek istiyorum. Gece gündüz oruçluyuz. Bizi kurtarmak isteyenler bu deftere adreslerini yazarak imzalasınlar.”
Annesinin girişimi sessizce bekleyenleri harekete geçirmişti.
En büyük destek ise hiç beklenmedik bir yerden gelmişti.
Mehmet Ali Sebük, 1938 yılında Yargıtay Başsavcı Vekilliği’ne kadar yükselmiş bir cumhuriyet savcısıydı.
40’lı yılların başında Fransa’ya gidip Paris Kriminoloji Enstitüsü ve Lyon Üniversitesi kriminoloji eğitimi almış, sözünü esirgemeyen, önce devlet değil hukuk diyen ülke standartlarının üstünde bir hukuk adamıydı.
1942 yılında savcı olarak atandığı Ordu’da hapishane koşullarının iyileştirilmesi için çalışmış, yine sözünü esirgememiş, tek parti iktidarında bu mesleği daha fazla hakkıyla yapamayacağını düşündüğü anda da istifa ederek avukatlık yapmak üzere İstanbul’a gelmişti.
İstanbul’da Ahmet Emin Yalman’ın Vatan gazetesinin avukatlığını üstlendi.
Ahmet Emin Yalman da 1910 yılında ABD’ye giderek Kolombiya Üniversitesi’nde gazetecilik ve felsefe doktoraları yapmış, liberal bir gazeteciydi.
Destek verdiği Milli Mücadele’de daha sonra muhalif saflarda kalmış, Takrir-i Sükun Kanunu’yla gazetesi kapatılıp tutuklanmış, ayaklarından zincirlenerek götürüldüğü Diyarbakır sürgününden Mustafa Kemal Paşa’ya ‘bir daha gazetecilik yapmayacağı’na söz verdiği bir mektupla kurtulabilmişti.
Uzun yıllar sözünü tutup, lastikçilik, reklamcılık gibi işlerle uğraştıktan sonra mesleğe ancak 1940 yılında Vatan gazetesiyle dönmüştü.
Savaş yıllarında Almanya ve faşizm karşıtı yayınlar yapan muhalif gazete, yüz binli tirajlara ulaşmış devrin en etkili gazetelerinden biriydi.
1946’dan sonra Demokrat Parti’yi destekleyen liberal sağ eğilimli gazetede 1949 yılında herkesi şaşırtan bir röportaj çıktı.
Ahmet Emin Yalman, Bursa’ya gitmiş ve 11 yıldır cezaevinde yatmakta olan Nazım Hikmet’le konuşmuştu.
Nazım’ın cezaevi parmaklıklarından bakarken bir fotoğrafının da yer aldığı röportaj o günler için oldukça cesurcaydı.
Nazım Hikmet, serbest kalırsa tavukçuluk yapacağını söyleyerek etrafındaki şeytani haleyi kaldırmaya çalışıyordu.
Ahmet Emin Yalman, Amerika ile yakın ilişkileri savunan, anti-komünist fikirleriyle bilinen, Nazım Hikmet’in fikren........
© Serbestiyet
