Avustralya’da bir bakımevinde 15 yıl boyunca 91 çocuk istismar edildi; sessizlik sistemi çökertti
Bir sabah haberlere düşen tek bir cümle, bütün bir ülkenin vicdanını sarstı: “Brisbane’de bir childcare çalışanı 15 yıl boyunca en az 91 çocuğu istismar etti.” İlk duyulduğunda akıl almaz gelen bu vaka, kısa sürede Avustralya’nın en büyük çocuk istismarı skandalına dönüştü. Rakamlar ürkütücüydü: 1.600’den fazla suç kaydı, onlarca merkez, yüzlerce ebeveyn, geri dönülmez biçimde travmatize olmuş bir nesil. Bu sadece rakamların dili değildi; her sayının ardında güveni parçalanmış bir çocuk, dünyası altüst olmuş bir aile vardı.
Toplumun sorduğu ilk soru basitti ama yakıcıydı: “Nasıl fark edilmedi?” Araştırmalar ilerledikçe yanıt daha da ürkütücü hale geldi. Fail, bir merkezden ayrıldığında geçmişindeki şüpheler yeni iş yerine taşınmıyor, aksine “temiz sayfa” açılıyordu. Çünkü Avustralya’nın çocuklarla çalışma uygunluk belgesi olan Working With Children Check sistemi eyaletler arasında bütünleşik değildi. Bir eyalette kara listeye alınan kişi, rahatlıkla diğerinde iş bulabiliyordu. Çocuk güvenliği, kağıt üzerinde var olan ama uygulamada delik deşik olmuş bir sistemin kurbanıydı.
Bu skandalın ardından Avustralya’nın sokaklarında tek bir cümle yankılandı: “Bir daha asla.” Hükümet baskı altında kaldı, sendikalar sert açıklamalar yaptı, aileler öfkelerini dile getirdi. Skandal, ülkenin çocuk koruma sistemindeki köklü boşlukları görünür kıldı ve kapsamlı bir reform sürecini zorunlu hale getirdi.
Bu aslında sadece Avustralya’nın hikâyesi değil. Türkiye’de de benzer istismar haberleri zaman zaman gündeme geliyor. Ancak bizde çoğu olay, ya sosyal medyada büyük yankı bulursa ya da birkaç gazeteci ısrarla takip ederse kamuoyuna yansıyor. Çoğu dosya ise sessizce kapanıyor. Anne babalar çocuklarını kreşe ya da kursa bırakırken hâlâ içlerinden şu soruyu fısıldıyor: “Acaba çocuğum gerçekten güvende mi?”
Avustralya’nın yaşadığı bu skandal, Türkiye için de bir uyarı niteliği taşıyor. Çocuk güvenliği yalnızca bir ülkenin iç meselesi değil; evrensel bir sınav. Kültürel, hukuki ya da coğrafi farklar olsa da çocukların korunması, tüm toplumların ortak sorumluluğu. Avustralya şimdi kendi sistemindeki açıkları kapatmaya, çocuk güvenliğini yeniden inşa etmeye çalışıyor. Türkiye’nin de bu deneyimden çıkaracağı dersler var.
15 Yıl, 91 Çocuk, 1.600’den Fazla Suçlama
Avustralya’da ortaya çıkan dava, sadece tek bir suçlunun değil, bir sistemin çöküşünü gözler önüne serdi. Çünkü suçlamaların boyutu öylesine büyüktü ki, mesele artık yalnızca bir kişinin sapkın davranışlarıyla açıklanamazdı. Burada asıl sorulması gereken, bu kişinin yıllar boyunca nasıl çocukların arasında rahatça dolaşabildiğiydi.
Soruşturma dosyalarına göre zanlı, 2007 ile 2022 yılları arasında farklı eyaletlerde birçok çocuk bakım merkezinde çalıştı. Bu süreçte en az 91 çocuğa yönelik 1.600’den fazla cinsel istismar suçlaması yöneltildi. Bu rakam, Avustralya tarihinin en büyük çocuk istismarı davalarından biri olarak kayıtlara geçti. Dava ilerledikçe şok dalgaları sadece Avustralya’yı değil, uluslararası medyayı da sarstı. Çünkü olayın çapı, Katolik kilisesinde ortaya çıkan kurumsal istismar vakalarıyla kıyaslanır hale gelmişti.
Davanın en sarsıcı yönü, zanlının geçmişte “kırmızı bayrak” olarak adlandırılan işaretlere rağmen sistemde kalabilmesiydi. Bazı yöneticiler, onun uygunsuz davranışlarına dair kaygıları rapor etmişti. Ancak bu raporlar ya kayboldu ya da başka kurumlara aktarılmadı. Avustralya’daki “Working With Children Check” sistemi, her eyaletin kendi sınırları içinde işliyor; bu nedenle bir eyalette sorun yaşayan kişi, diğerinde yeniden işe başlayabiliyordu. Bu, adeta istismarcılara “açık kapı” sağlayan bir sistem zaafıydı.
Polis soruşturmaları sırasında ortaya çıkan bir diğer gerçek, bazı merkezlerin kendi itibarı zarar görmesin diye şüpheli davranışları polise bildirmemesi oldu. Olayların kurum içinde “halledilmeye” çalışılması, kanıt zincirinin kopmasına yol açtı. Çalışanlar da çoğu zaman sessiz kalmayı tercih etti, çünkü şüphelerini dile getirmek iş kaybı ya da kariyer riski anlamına gelebiliyordu. Bu kültürel sessizlik, istismarın devam etmesine adeta zemin hazırladı.
Skandalın ardından en ağır darbeyi kuşkusuz aileler aldı. Çocuklarını güvenle emanet ettiklerini düşündükleri merkezlerin, aslında potansiyel bir tehdit alanı haline gelmiş olduğunu öğrenmek, anne babalar için büyük bir travmaydı. Medyada çıkan haberlerde, birçok ailenin “çocuğumu kime emanet edebilirim?” sorusuyla yeniden baş başa kaldığı görüldü. Güven duygusunun yıkılması, ailelerin devletin koruma sorumluluğuna olan inancını da sarstı.
Olay kamuoyuna yansır yansımaz, toplumsal tepki dalga dalga büyüdü. Gazeteler günlerce manşetlerinden bu skandalı düşürmedi. Sivil toplum örgütleri sokaklara çıktı, aileler davanın takipçisi olacağını açıkladı. Siyasi arenada ise hükümet, muhalefetin sert eleştirileriyle karşı karşıya kaldı. “Bu kadar büyük bir ihmalin sorumlusu kim?” sorusu parlamentoda yankılandı. Sonunda hükümet, çocuk güvenliği sisteminin baştan aşağıya gözden geçirilmesi gerektiğini kabul etmek zorunda kaldı.
Bu dava, Avustralya için yalnızca adli bir dosya değil, bir toplumsal ayna işlevi gördü. Çünkü mesele sadece bir suçlunun yargılanması değildi; mesele, devletin, kurumların ve toplumun çocuk güvenliğini hangi boşluklarla ihmal ettiğiydi. İşte bu nedenle skandal, reformların fitilini ateşledi.
Birleşmeyen Sistem, Açık Kapılar
Skandalın yarattığı sarsıntı, Avustralya’da hükümeti ve eyaletleri harekete geçmeye zorladı. Çünkü kamuoyu artık tek bir cevap istiyordu: “Bir daha böyle bir şey........© Serbestiyet
