Adaletin meşruiyet sorunu: Güç, duygu ve inanç
Nietzsche “Tanrı öldü” dediğinde, dünyayı dine değil, değere karşı sarsıyordu. Bu cümle bir inançsızlığın değil, bir çağın anlam kaybının ilanıydı. The Gay Science’ta Nietzsche sabahın erken saatlerinde elinde fenerle pazara koşan bir “deliyi” anlatır. Güneş tepede parlar ama deli bağırır: “Tanrı’yı arıyorum!” İnsanlar güler; o da haykırır: “Tanrı öldü. Onu biz öldürdük, siz ve ben.”
Nietzsche’nin derdi Tanrı’nın varlığı değil, yokluğunun doğurduğu ahlaki boşluktur. Tanrı’nın ölümü yalnızca bir inancın değil, iyiliğin kaynağının da kaybını anlatır. Artık hiçbir değer mutlak kalmaz; hiçbir yasa evrensel sayılmaz. İnsan, kendi değerlerini yaratmak zorundadır ama bunu yapacak cesareti bulamaz. Nietzsche bu dönemi “değerlerin yeniden değerlendirilmesi” olarak tanımlar: Eski Tanrılar çöker, yenileri henüz doğmaz.
Tanrı’nın bıraktığı boşluğu modern çağda hukuk doldurur. Devlet, Tanrı’nın yeryüzündeki halefi konumuna gelir. Mahkeme salonları ibadethanelere, hâkim kürsüsü sunağa dönüşür. “Kanun önünde herkes eşittir” cümlesi, “Tanrı huzurunda herkes eşittir” sözünün seküler yankısı hâline gelir.
Zamanla hukuk da aynı kaderi paylaşır. Biçim olarak işler ama artık kimse onun adalet sağladığına inanmaz. Hukuk, adaletin duygusal temelini yitirdiğinde yalnızca bir prosedüre indirgenir. Nietzsche tam da bunu öngörür: Tanrı’nın ölümünden sonra insan, kendi kurduğu sistemlerin gölgesinde yaşamaya başlar.
Bugünün dünyasında hukuk hâlâ varlığını sürdürür, ama artık inanç üretmez. Yasalar yürürlükte, mahkemeler açıktır; yargıçlar kürsülerinde oturur ama toplumun içi soğumaz. Hukuk hüküm verir ama anlam veremez. İnsanlar artık kararlara değil, duygulara inanır. Mahkeme adalet dağıtsa bile kimse “adalet hissi” yaşamaz.
İşte bu boşluğu popüler kültür fark eder. Adaletin anlamını unutan insan, onu yeniden hissetmek için ekrana döner.
Melfi’nin Sessizliği ve Dexter’ın Konuşması
The Sopranos dizisinde Dr. Jennifer Melfi, modern çağın ahlaki ikilemini bedeninde taşır. Tony Soprano’nun terapisti olarak suçla vicdanın kesiştiği gri bölgede durur. Tony, New Jersey’de bir mafya ailesinin başıdır; hem sevgi dolu bir baba hem acımasız bir suç örgütü lideridir. Melfi, onunla yaptığı seanslarda insan doğasının hem şefkat hem şiddet üretebildiğine tanıklık eder.
Bu ilişki yalnızca bir hasta–terapist ilişkisi değildir; modern çağın ahlak laboratuvarıdır. Tony suçu rasyonelleştirir; Melfi onu anlamaya çalışırken kendi sınırlarını yeniden tartar. İkisinin arasında Freud’un tanımladığı kadim gerilim yaşanır: uygarlığın bastırılmış içgüdüleriyle ahlak arasındaki çatışma.
Bir akşam Melfi arabasından inerken saldırıya uğrar, ardından tecavüze maruz kalır. Şiddet bu kez Tony’nin karanlık dünyasından değil, medeniyetin kalbinden gelir. Kısa süre sonra fail serbest bırakılır. Melfi, hukuk sisteminin soğuk diline çarpar. Dosya kapanır; prosedür işler, ama adalet doğmaz.
Sonraki sahnelerde Melfi’nin iç dünyasına çekiliriz. Terapistinin odasında oturur, sessizdir. İçinden Tony’ye gitmek geçer. Tony’nin o adamı öldüreceğini bilir; adaleti kendi yöntemince sağlayacaktır. Terapisti bu ihtimali sezerek ima eder: “Söylersen ne olacağını biliyorsun.”
Ve Melfi uzun bir sessizlikten sonra o ağır cümleyi kurar: “Merak etme, sosyal sözleşmeyi bozacak değilim.”
Bu cümle modern insanın ahlaki krizinin en saf hâlini gösterir. Melfi adalete inanmaz ama adaletsiz davranmaktan da........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Robert Sarner
Andrew Silow-Carroll
Constantin Von Hoffmeister
Ellen Ginsberg Simon
Mark Travers Ph.d