Uluslararası Adalet Divanı, iklim değişikliği konusunda tarihi bir karar mı verdi?
“Eskiden yazlar böyle geçmezdi, evimizde klima bile yoktu ama artık klima çalışmadan on dakika oturamıyoruz” tarzı söylemlere her geçen yaz daha sık rastlamak sanıyorum hepimizin karşılaştığı bir durum. Marmara ve Ege’de ardı ardına ve her sene daha yoğun bir şekilde çıkan yangınlar, tarihte ilk defa kuruyan göller veya Doğu Anadolu’daki aşırı soğuklarla emsali zor görülür çapta bir donla karşılaşan meyve ile hububat… Ülkenin dört bir yanından hemen herkes iklim konusunda bir şeylerin gerçekten değiştiğini gündelik hayatında deneyimlemeye başladı. Kimi zaman neden sonuç ilişkileriyle birbirine bağlanabilecek birçok felaketin kök sebebinin iklim değişikliği olduğu gerçeği, artık bunu bir şehir efsanesi olarak görmekte ısrar eden komplo teoricilerinin dahi inkâr edemeyeceği kadar yanı başımızda. Öyle ki araya giren başka politik, ekonomik veya sosyal sebeplerden ötürü ilk bakışta iklim değişikliğiyle ilintileyemediğimiz kimi göçler, silahlı çatışmalar, ortaya çıkan hastalıklar da bu meselenin bir neticesi. Ve henüz başlangıçtayız. Uluslararası toplum disiplinli bir işbirliği içerisinde gerekli adımları atamazsa -ki atsa bile uzun yıllar bazı sonuçlardan kaçmak artık imkansız- tüm bu felaketler artarak devam edecek.
Uluslararası toplumun bu zamana kadar karşılaştığı en küresel ve acilen en yüksek seviyede işbirliğini gerektiren mesele olarak iklim değişikliği uluslararası mahkemelerin gündemini çok daha fazla meşgul eder hâle geldi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Amerikalılar Arası İnsan Hakları Mahkemesi, Uluslararası Deniz Hukuku Mahkemesi derken geçtiğimiz ay içerisinde- “Dünya Mahkemesi” olarak nitelenen- Uluslararası Adalet Divanı da kapsamlı bir danışma görüşü yayımlayarak sahaya çıktı. Divan’ın değerlendirmesi büyük merakla bekleniyordu, çünkü hemen her ülke girişte Türkiye’den saydığımız birkaç örnekteki gibi etkileri yaşarken kimileri topraklarını kaybetmek gibi çok daha kritik durumlarla karşı karşıyalar. Bu sebeple, ülkemizin freni patlamış bir araç gibi akan gündeminde kendine yer bulamasa dahi, söz konusu danışma görüşü çıkar çıkmaz uluslararası çapta yankı uyandırdı, üzerine epey bir söz söylendi. Ulusal gündem akışının arasına bu danışma görüşü hakkında biraz gecikmeli olsa bile bir not bırakmak faydalı olur kanaatindeyim. Ola ki iklim değişikliği bir vakit gelip de gündemin üst sıralarına tırmanır, konu “uluslararası hukuk bu konuda neler sunuyora” gelirse en azından dönüp “Dünya Mahkemesi”nin ne dediğine dair bir kayıt arşivde kalmış olur.
Divan’ın bugün ne dediğinin değerlendirmesine geçmeden önce, iklim değişikliği meselesinin uluslararası hukuk perspektifinden tarihçesine göz atmak, hem konuyu bağlamına oturtmak hem de teknik hukuki detaylarla ilgilenmeyenler için bile bu konuda genel kültür kazanmak açısından yararlı olur.
İklim değişikliğine dair uluslararası toplumun -ve bunun temel kolonu olarak devletler topluluğunun- çabalarının kökeni, 196o’lı yıllarda BM Genel Kurulu’nun çevrenin tahribatı ve korunması meselesini ele almasına (örneğin, 298 (XXIII) sayılır karar) dayandırılabilir. 1972 İnsan Çevresine dair BM Konferansı ve onun sonuç bildirgesi olan Stockholm Bildirgesi bu çabaların çıktısı olan önemli bir adımdı. Bildirge’nin içeriği hukuki bağlayıcılık açısından değerlendirilirse büyük ölçüde sembolik bir önem taşıdığı söylenebilir. Ancak bugün yalnızca iklim değişikliği değil, uluslararası çevre hukuku çerçevesinde tartıştığımız birçok konunun temel referans noktasını bu bildirgenin oluşturduğu göz önüne alındığında, söz konusu sembolik değerin ötesine geçtiği anlaşılır.
Stockholm’deki konferanstan doğan atmosfer 7 yıl sonra Dünya Meteoroloji Örgütü’nün öncülüğünde Birinci Dünya İklim Konferansı’nın toplanmasını sağladı. İklim Konferansı, günümüzde çevre tartışmalarının vazgeçilmez başlığı haline gelen fosil yakıt kaynaklı karbon dioksit salınımının tehlikesini vurgulaması itibariyle önemliydi. Buradan doğan kolektif bilincin etkisiyle olsa gerek, 1985’te tarihi öneme sahip ve küresel işbirliğinin en iyi netice verdiği mekanizmalardan birini oluşturan Ozon Tabakasının Korunması için Viyana Sözleşmesi, ardından 1987’de buna ek Montreal Protokolü devletlerin geniş katılımıyla kabul edildi. Bu süreçte farklı çok taraflı uluslararası antlaşmalarda da çevreye ve sera gazı (GHG) salınımına ilişkin kaygıları yansıtan hükümlere yer verilmeye başlandı.
Yıl 1988’e geldiğinde ise BM Genel Kurulu sera gazı salınımı meselesinin küresel ısınmaya ciddi ölçüde yol açtığı gerçeğini ilk kez açıkça kabul eden ve bunu insanlığın ortak sorunu ilân eden bir karar aldı (Karar 43/53). Bu kararın tarihi olmasının nedeni yalnızca insan kaynaklı eylemler ile küresel ısınmanın bağlantılı olduğu gerçeğinin kabul edilmesi değil, aynı zamanda bu sorunu küresel ölçekte bilimsel veriler ışığında değerlendirecek ve çözüm önerileri geliştirecek bir mekanizma olarak Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) kurulmuş olmasıdır. 195 devletin taraf olduğu IPCC hâlâ iklim değişikliği konusunda verileri en çok referans alınan küresel otorite konumunda. 1990’daki ilk değerlendirme raporunda, sanayileşmiş ve kalkınmış devletlerin iklim değişikliğiyle mücadelede diğerlerinden ayrışan seviyede bir sorumluluk taşıdığını belirten IPCC, böylece günümüzde çokça atıf yapılan “ortak ama farklılaştırılmış sorumluluk” konseptinin ortaya çıkmasını sağladı.
Yeri gelmişken “ortak ama farklılaştırılmış sorumluluk” konseptine özel bir parantez açalım. Bu konsept, iklim değişikliği antlaşmaları setinin üzerine inşa edildiği en temel ilkelerden biri. Kendi başına doğrudan bir yükümlülük teşkil etmese de yükümlülüklerin devletler arasında nasıl paylaştırılacağına ilişkin temel yorum filtresi işlevini gösteriyor. Sera gazı salınımında tarihsel olarak en büyük paya sahip sanayileşmiş devletler ile buna katkısı hâlâ son derece sınırlı kalan devletler arasında yükümlülüklerin eşit değil, adil bir biçimde dağıtılması gerektiği anlamına geliyor. Zira IPCC verilerine (bkz. 3. Çalışma Grubu’nun 2022 Raporu) göre 1850 ve 2019 yılları arasında kalkınmış devletlerin sera gazı salınımına etkisi yüzde 57 iken en az kalkınmış devletlerin yüzde 0,4. Kaldı ki bu konsept, kolektif yükümlülüğün adil bir biçimde dağıtılmasında sadece tarihsel sorumluluğu değil, aynı zamanda kalkınma sürecini tamamlamamış devletlerin devam eden ihtiyaçların ve kalkınmış devletlerin sahip oldukları imkânların da hesaba katılmasını gerekli kılıyor.
1992’de, yani 1972’deki ilk büyük konferanstan 20 yıl sonra, Rio de Janeiro’da BM Çevre ve Kalkınma Konferansı toplandı. Bu konferanstan iki tane çok önemli çok taraflı antlaşma çıktı ki bunlardan biri İklim Değişikliğine ilişkin Çerçeve Sözleşme’ydi (UNFCCC). 1994’te yürürlüğe giren UNFCCC’nin amacı; atmosferdeki sera gazı birikiminin, iklim sistemine insan kaynaklı tehlikeli müdahaleyi önleyecek bir düzeyde tutulmasıdır. 198 taraf devletiyle UNFCCC, bugün hâlâ uluslararası hukukta iklim değişikliğine ilişkin temel antlaşma metni konumunda. Hemen her sene toplanan meşhur “COP” zirveleri UNFCCC çerçevesinde taraf devletlerin bir araya gelip bu antlaşma ile daha sonra ona bağlı olarak çıkarılan diğer uluslararası anlaşmaların uygulanmasının gözden geçirilmesini hedefler. 1997 tarihli Kyoto Protokolü, 2010 tarihli Cancun Anlaşmaları ve 2015 tarihli Paris Anlaşması, UNFCCC’ye bağlı olarak kabul edilen anlaşmalar arasında yer almaktadır. Bu anlaşmalar, çerçeve sözleşmede bulunmayan teknik detayları ve yükümlülükleri ortaya koymak için çıkarılmış olup bunlara sera gazı salınımını belli ölçülerde sınırlama taahhütleri, küresel ısınma için azami derece hedefi ve düzenli raporlama yükümlülüğü örnek olarak verilebilir.
Tarihçe kısmını bitirmeden önce devletlerin, uluslararası örgütlerin ve genel olarak uluslararası hukuk mekanizmalarının iklim değişikliği konusunda on yıllardır insan faaliyetlerine gitgide daha fazla odaklanmasının sebebini birkaç veriyle ortaya koyalım. Zira iklim değişikliği ilk bakışta o kadar büyük bir doğal olay gibi görünmektedir ki insan geçmişteki buzul çağları gibi olayları düşündüğünde, “bu zaten kendiliğinden olabilecek bir süreçse insanın katkısı ne kadar olabilir?’ sorusu akla gelebilmekte. Bilimsel........
© Serbestiyet
