Kadim vicdanın sınandığı bu en kritik tarihî dönüm noktasında
İsrail Yetkililerine ve Halkına Açık Mektup
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde (İstanbul/Türkiye) öğretim üyesi olarak görev yapmaktayım. Akademik çalışmalarım büyük ölçüde Müslüman-Yahudi ilişkileri ve Osmanlı dönemi Türk-Yahudi ilişkileri üzerine yoğunlaşmıştır. Bu alanlardaki çalışmalarım kapsamında, İsrail’de Hayfa Üniversitesi’nde, Kudüs’te ise İbrani Üniversitesi ve Ben-Zvi Enstitüsü’nde farklı dönemlerde araştırmalar yaptım.
İslami dönem Yahudi tarihi alanında, kitaplar, makaleler, bildiriler ve popüler yazılar dâhil olmak üzere çok sayıda bilimsel çalışma kaleme aldım. Özellikle Bağdatlı büyük âlim Saʿadia Gaon’un (882–942) Judeo-Arabic [Yahudi-Arapçası ile] kaleme aldığı meşhur Tora Tefsiri’ni (Tefsîru’t-Tevrât bi’l-ʿArabiyye) Arapça metniyle birlikte kapsamlı açıklamalarla Türkçeye kazandıran ilk araştırmacıyım. Dünya dilleri içinde ilk kez Türkçeye çevrilen bu eser, yalnızca bir tercüme faaliyeti değil; aynı zamanda iki kadim inanç ve kültür arasında ilmi ve vicdani bir köprü kurma çabasının anlamlı bir ürünüdür.
Türkiye’de beni tanıyan her dinden ve her çevreden insan, ilimde titizlikten, ahlakta sorumluluktan ve değerlendirmede tarafsızlıktan ödün vermeyen bir akademisyen olarak şahsiyetime tanıklık edeceklerdir.
Bu mektubu size, Türkiye’den; tarih boyunca Yahudi halkına kol kanat germiş, mensubu olmakla iftihar ettiğim devletimin (Osmanlı) kuruluşundan itibaren, gerek Avrupa’daki dinî baskılardan kaçarak gelen Aşkenaz dindaşlarınıza, gerekse İspanya ve Portekiz’den sürülen Sefarad dindaşlarınıza kucak açmış bir milletin—dindaşınız tarihçi Eliyahu Kapsali’nin (1483–1555) ifadesiyle, “Tanrı’nın, Yahudilere merhamet eden ve onlara iyi davranan, mesih karakterli mukaddes milleti Türkler”in (Seder Eliyahu Zuta 1:239–240)—mütevazı bir ferdi olarak yazıyorum.
Bu kadim geleneğe yaslanarak, iyiliği hayatının merkezine almış bir insan, bir akademisyen ve her şeyden önce vicdan sahibi biri olarak, size seslenme sorumluluğuyla bu çağrıyı kaleme alıyorum.
Size bu satırları, Gazze’de yaşanmakta olan ve çağdaş insanlık tarihinin belki de en sarsıcı trajedilerinden biri hâline gelen; sistematik açlık, susuzluk ve temel hayati ihtiyaçlardan yoksun bırakılma durumuna dikkat çekmek amacıyla, yalnızca bir akademisyen değil, kadim bir inancın vicdanına hitap eden bir insan olarak yazıyorum.
Öte yandan bu satırları, Hezekiel Peygamber’in de ifade ettiği gibi (Hezekiel 3:4–7), sözün neye karşılık geldiğini, hangi yöne işaret ettiğini ve hangi anlamları içerdiğini bilen bir topluluğa hitap ettiğimin bilinciyle kaleme alıyorum.
Yahudi düşünce geleneğinin saygın isimlerinden Rav Avraham Yehoşuʿa Heschel’in (1907–1972) şu sözü, bugün dahi derin yankılar uyandırmaya devam etmektedir:
“Ahlaki açıdan, insanların acılarına duyulacak endişenin sınırı yoktur. Kötülüğe kayıtsızlık, kötülüğün kendisinden daha kötüdür. Aklı başında bir toplumda bazıları suçludur; ancak herkes sorumludur.”
Bu söz, kanaatimce, yalnızca teorik bir uyarı değil; Tanrı’ya inanan ve peygamberlerin sesini duyan her kalp için evrensel bir ahlak çağrısıdır.
İşte ben de bu çağrının ruhunu hissederek; bir akademisyen olarak ilmî sorumluluğumun, bir insan olarak da vicdanımın sesiyle, sessizliğin zamanla pasif bir onaya dönüşmemesi için bu mektupla size sesleniyorum. Şu an için elimden gelen budur.
Zira tepkisizlik—takdir edersiniz ki—yalnızca insan onurunu değil, ilahi buyrukları, peygamberlerin öğretilerini ve ortak ahlaki vicdanımızı da tahrip eder. Açlık gibi temel bir insanlık trajedisine kayıtsız kalmak ise; ne bir kutsal metin, ne bir inanç sistemi, ne bir peygamber öğretisi ne de herhangi bir evrensel ilke tarafından asla mazur görülebilecek bir tutum değildir.
İsrail’de kaldığım süre boyunca, gerek kamusal gerekse kişisel söylemlerde sıkça yinelenen “Medinat Yisrael, Medinat Yehudit” (İsrail devleti bir Yahudi devletidir) ifadesi özellikle dikkatimi çekmişti ve bugün sizlere bu ifadeye yüklediğiniz anlam üzerinden seslenmek istiyorum.
İsrail’i bilen herkes gibi ben de bu söylemin, devletin yalnızca politik değil, aynı zamanda Yahudi değerlerini temsil eden bir kimlik iddiası taşıdığına dair kamuoyuna verilen açık bir mesaj olduğunu biliyorum.
Tarihsel sürece bakıldığında, Yahudiler yaklaşık 80’er yıl süren iki bağımsız devlet tecrübesi yaşamıştır. 1948’te kurulan modern İsrail ise—sizlerin de çok iyi bildiği gibi—Yahudi halkının tarih sahnesindeki üçüncü devletidir. Kanaatimce bu devlet, önceki iki örnekle kıyaslandığında, daha güçlü ve kurumsallaşmış bir yapıya sahiptir.
Ne var ki sizler de takdir edersiniz ki, adaletin, hikmetin ve barışın temel referans kabul edildiği Davud ve Süleyman peygamberlerin dönemlerindeki yönetim anlayışından farklı olarak, günümüz İsrail devleti; askerî güç ile ahlakî sorumluluk, vicdan ve adalet ilkeleri—hatta en temel insan hakları—arasında ciddi gelgitler yaşamaktadır.
Nitekim çoğu zaman yalnızca askerî caydırıcılığa, uluslararası diplomatik nüfuza ve ABD’deki Yahudi ve Evanjelik lobilere yaslanan hükümet yetkilileri, bu süreçte, Yahudiliğin özünde yer alan etik değerleri tüm dünyanın gözü önünde ne yazık ki geri plana itmektedir.
İşte tam da bu nedenle, bu bütünüyle olumsuz tutumun yalnızca siyasal bir tercih değil, aynı zamanda İsrail’de yaşayan siz Yahudi halkı açısından da tarihsel ve ahlakî bir imtihan olduğunu özellikle vurgulamak isterim.
Tarihî açıdan da tecrübe ettiğiniz üzere, Yahudi düşüncesinde Filistin’e kavuşmak kadar orada kalabilmek de belli ilahî ve ahlakî şartlara bağlıdır. Zira Tevrat açıkça uyarır: “Ve o toprak, sizden önceki halkı kustuğu gibi, sizi de kusmasın” — “Ve-lo taki ha-Arets” (וְלֹֽא־תָקִ֤יא הָאָ֨רֶץ֙) [Levililer 18:28]. Bu, sıradan bir coğrafi ikamet şartı değil; Tanrı’nın yeryüzündeki adalet düzenine sadakatle bağlı kalma imtihanıdır. Bu sebeple bir halkın bu topraklarda varlığını sürdürebilmesinin yolu, yalnızca tarihî hak iddialarıyla değil; ilahî buyruklara sadakat, ahlakî sorumluluk ve toplumsal adaletle bezenmiş bir yaşamla mümkündür: Tanrı’nın hükümlerine sadakatle uymak, adaleti her hâl ve şartta ikame etmek, komşuya dürüstlükle muamele etmek, öksüzü, dul kadınları ve yetimleri gözetmek, garibe ve yabancıya şefkatle yaklaşmak ve en nihayetinde kan dökmekten uzak durmak gerekir. Yeremya Peygamber’in (7:1–7) seslenişiyle bu ilkeler, yalnızca güzel ahlak öğütleri değil, Filistin’de var olabilmenin de önkoşullarıdır.
Bu noktada hem Tevrat hem de Kur’ân aynı hakikati teyit eder: Kur’ân, yeryüzünün gerçek mirasçılarının “salih kullar” (الصَّالِحُونَ) olduğunu bildirir (el-Enbiyâ 21:105); Tevrat ise, bu toprakların kalıcı sakinlerinin yalnızca “tsaddikim” (צַדִּיקִ֥ים) — yani doğru ve sadık kimseler — olacağını beyan eder (Mezmurlar 37:29). Bu hakikat, yalnızca bir inanç meselesi değil; İsrail halkı da dâhil olmak üzere, o kutsal topraklarda yaşayan herkesin varoluşunu sürdürebilmesinin ilahî ölçüsüdür. Zira bu gerçek, semavî dinlerin ortak sesi ve evrensel vicdanın çağrısıdır.
1948 yılında kurulan İsrail devleti, 1967 sonrasında bölgedeki askerî ve siyasî üstünlüğünü pekiştirmiştir. Şüphesiz Tanrı, iki bin yıl boyunca devletsiz kalan sizlere, yani Yahudi halkına tarihsel bir fırsat sunmuş ve sizleri yeniden bir devlete kavuşturmuştur. Bunun, İsrail’de yaşayan siz Yahudiler açısından hem büyük bir imkân hem de kutsalları bağlamında ağır bir imtihan olduğunu düşünenlerdenim.
Zira Yahudi tarihinin, Mısır’dan Çıkış’tan bu yana, daima nimet ile külfetin; ilahî ahit ile gelen sorumlulukların hassas dengesi üzerinde şekillendiği kanaatindeyim. Ve bu tarihî dengeyi en iyi bilenlerin sizler olduğuna dair hiçbir kuşkum yoktur.
Bugün görünen o ki, İsrail devleti, Tanrı’nın emirlerine sadakat ile yayılmacı Siyonizmin ideolojik sapması arasında kritik bir yol ayrımında bulunmaktadır. Bu tercih yalnızca siyasi bir rota değil, aynı zamanda sizlerin kutsal mirasınızla ilişkilendirdiğiniz Yahudi devleti iddiasının yönünü de tayin edecektir: İsrail, adalet, merhamet ve doğruluk ilkelerine mi yönelecek; yoksa Tanrı’nın iradesini hiçe sayan, radikal Siyonizmin şekillendirdiği ideolojik bir yozlaşmanın peşinden mi gidecek?
Günümüzde İsrail’in, Kur’ân’da da ima edildiğini düşündüğüm (el-İsrâ 17:6) askerî, nüfus ve sosyo-ekonomik kapasiteye ulaşmış olması, İsrail’deki Yahudi halkına büyük bir sorumluluk da yüklemektedir. Bu güç, ya Yahudi geleneğinin köklü ahlaki değerleri doğrultusunda kullanılacak ya da — bugün açıkça görüldüğü üzere — adaletsizlik ve merhametsizlikle birleşerek hem Yahudilik, hem bölge, hem de tüm insanlık adına daha derin yaralar açacaktır.
Bu kanaatin yalnızca bana ait olmadığını da belirtmeliyim. İsrail’in ikinci başbakanı Moşe Şaret (1894–1965), Modern Ortodoks Yahudiliğin entelektüel ve ruhani önderlerinden Haham Yosef Dov ha-Levi Soloveitchik (1903–1993) ve Yehuda Amital........
© Serbestiyet
