menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Otoriter rejimler mü’minler değil, münafıklar üretir

19 1
04.03.2025

Hayatından ve eserinden ömür boyu beslendiğim bir İslâm âlimi olarak Bediüzzaman Said Nursî’de en ilham verici bulduğum özelliklerden biri, tavizsiz ve tereddütsüz hürriyet ve adalet taraftarlığıdır. Bir diğeri ise, bu konudaki görüşlerini dile getirmekle kalmayıp bedel ödemeyi göze alarak aksiyon almasıdır.

Nitekim onu II. Meşrutiyet şartlarında İstanbul’da çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu hamal kahvelerinde (ki bu ülkenin batısı ile doğusu arasındaki gelir eşitsizliğinin hâlâ çözülememiş bir kadim mesele olduğuna delildir) istibdadın kötülüğünü, hürriyet ve adaleti tazammun eden meşrutiyetin ise gerekliliğini anlatırken görürüz. Yahut Van, Bitlis ve Hakkari civarındaki aşiretleri dolaşarak, yine istibdat eleştirisi ve meşrutiyet savunusu yaparken…

Aşiretler arasındaki, sonrasında Münazarat isimli bir esere dönüşecek olan diyaloglarında Bediüzzaman istibdadı ‘tahakküm, kuvvete dayanarak zor kullanma, keyfî muamele ve tek adam-tek görüş’ rejimi olarak tarif ettikten sonra, bütün bu unsurlarıyla otoriter rejimlerin suiistimale müsait bir zemin temin ettiğini ve zulmün temeli olduğunu, insaniyeti ise mahvettiğini söyler. Ardından istibdat rejimlerinin insaniyetle birlikte İslâmiyet açısından da tehlike ve zararlar ürettiğine dikkat çeker. Ona göre istibdat, insanın insanî özellikleriyle açıklanabilir birşey değildir, ancak ‘insanların hayvanlıktan çıkarken beraberlerinde getirdikleri’ birşey olabilir. Buna karşılık meşrutiyet, içerdiği hürriyet, adalet, meşveret ve hukukun herkes için bağlayıcı ve herkesin üstünde olması gibi değerlerle insanı hayvanlıktan kurtarır ve tam insan olma imkânı sağlar. İslâmiyetin bahtı da ancak onunla açılabilir. Kilit istibdat, onu çözüp insaniyeti ve İslâmiyeti zincirlerinden kurtaracak anahtar ise hürriyettir. Öyle ki, meşrutiyet ile ‘fikr-i hürriyet’ sadece hükûmete mahsus da kalmayacak, ilim mecraları başta olmak üzere her yerde ve her toplulukta da bunun tezahürleri hâsıl olacaktır.

Aşiretler içerisinden bazı muhatapları, onun hürriyete yönelik bu övgüsüne karşılık, istibdat taraftarı bir şairin hürriyeti ateşe benzeten bir şiirine atıfta bulunarak itiraz geliştirirler. Bediüzzaman ise, hürriyetin ‘insanı yakan ateş’ değil, bilakis ‘atiyye-i Rahmân,’ yani ‘rahmeti her yeri kuşatmış Yaratıcının insana bir hediyesi’ olduğunu söyler ve onu imanın olmazsa olmaz şartı ve özelliği olarak tarif eder. Allah’a iman O’nun insana verdiği hür iradeyle yapılan bir tercih olduğu ve zor altında bir tasdik makbul olmadığı gibi, yaptığı iman tercihi insanın hem kula kulluk anlamındaki istibdada boyun eğici tutumdan hem de kul iken kendisini efendi başkalarını köle olarak inşa etme anlamındaki müstebitlikten uzak durmasını gerektirmektedir.

Burada dikkat çekici bir nokta, 1909-1911 şartlarında istibdat ve hürriyete dair bu sözleri söyleyen Bediüzzaman’ın yaptığı istibdat eleştirisinin birinci muhatabının uyguladığı otuz yıllık istibdatla Sultan Abdülhamid olmasıdır. ‘Dindarlığı’ sebebiyle onun istibdadına ‘meşruiyet’ atfetmeye çalışanların varlığına karşılık, bir İslâm âlimi olarak Bediüzzaman, müstebid velev ki şahsen ‘dindar’ biri olsun, istibdadın insaniyet ve İslâmiyet için zararlı ve tehlikeli olduğunu söylemektedir. Muhatabı olan dindar aşiret mensupları canibinden bu görüşe karşı üretilecek en etkileyici argüman, ‘dindar bir müstebidin din için sağladığı koruma, buna karşılık hürriyetle birlikte dinin görebileceği zarar’ üzerinden ilerler. İstibdat taraftarları, bu tutumlarını “Dine zarar olmasın, ne olursa olsun” söylemiyle haklılaştırmaya çalışırlar. Bediüzzaman’ın bu söyleme cevabı, daha ilk paragrafından başlayarak inandığı dinin hakikatine itimad yüklü, bu........

© Serbestiyet