menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Öcalan’ın son elli yılı (4): Tarihe, sınıfa, ulusal kurtuluşa elveda

17 19
11.11.2025

Kurulduğundan dağa çıktığına kadar PKK, hakkını verdiği söylenemese de, Marksizm-Leninizme iman etmişti. Bizzat Öcalan ve yoldaşları, Engels’in Tarihte Zorun Rolü’nü olsun, Lenin ve Stalin’in ulusal sorun ve ulusların kaderini tayin hakkı üzerine kitaplarını olsun ellerinden düşürmezlerdi. Taraftarları Sovyetler Birliği’nin Kruşçev’den sonra kapitalizme geri dönüş yoluna girdiğini söyleyenlere aba altından silah gösterirlerdi. Hatta, kanıt olması bakımından söylüyorum, 1990 başında MELSA diye bir yayınevi bile kurmuşlardı, açılımı Marx, Engels, Lenin, Stalin, Apo idi.

Şimdi ne değişti de Öcalan, Stalin’e cani, Marx ve Lenin’e haybeye kürek çekmiş teorisyenler muamelesi yapıp, 21.yüzyıl başından beri eleştirilerini, genelde Marksizm-Leninizm, tarihsel materyalizm ve emek-değer kuramı üzerinde yoğunlaştırır oldu. Bunun bizce, biri ilkinin içinde saklı, iki nedeni var. Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte içine düşen kurt, yakalanmasıyla birlikte beynini kemiren aç bir canavara dönüştü ve mücadele ettiği devleti yenemeyeceği kararına varmasına yol açtı. Bunun mücadelesi açısından bir son olmadığını, yakalanmasının tuttuğu yolun “fıtrat”ında olası risklerinden biri olduğunu düşüneceği yerde, suçlu aramaya koyuldu. Kendini herkesi aşmış biri olarak görme ve her şeyi kendine bağlama gibi bir özelliği olduğundan, kabahati başka etkenlerde değil, o güne kadar kılavuz bildiği yolda aradı. Eleştirilerinin odağına tarihsel düşünceyi ve diyalektik felsefeyi spekülatif aklın elinden kurtarıp bilime çeviren Marksist ekonomi politik eleştirisini koyma nedeni budur. Tarih biliminin kapılarını açacak anahtar kavramları terk etmek, “yeni paradigma”nın ayırt edici bir özelliği olarak karşımıza çıkıyor.

Tarihsel düşünce, mitos, hikâye tarih, vakanivüslük, kurgusal tarih felsefeleri gibi aşamalardan, “Tarih Yüzyılı” denilen 19. yüzyıla gelinceye kadar çok uzun bir yol kat etmiştir. Kayda değer teorik-felsefi ilerlemelere, sınırsız materyal ve belge birikimine rağmen, idealist, pozitivist, spekülatif tarih felsefelerinin üstüne çıkamamıştır. Evrensel dünya tarihi ve diyalektik açıklamasıyla Hegel büyük bir sıçrama yapmışsa da spekülasyon üzerinden sonuca ulaşmaya çalıştığından, Prusya devletini meşrulaştırmaktan ileri gidememiştir. Bir yandan o güne kadarki birikimden yararlanan, bir yandan da önceki tarihsel felsefelerin eleştirisinden ve kendi keşiflerinden hareketle materyalist tarih alanında devrim yapan tek kişi Karl Marx olacaktır. Engels’in de katkı yaptığı materyalist tarih anlayışı, Marx’ın bilimsel düşünce alanındaki en önemli iki keşfinden (öteki artı-değer teorisi) birisidir. Marx’a gelinceye kadar egemen sınıflar tarihsel düşünceyi kendi ideolojilerine, siyasetlerine, strateji ve programlarına bir dayanak, bir örtü olarak kullanmışlardı. Ekonomik ve toplumsal olarak sömürülenlerin ve ezilenlerin kurtuluşuna önderlik edebilme yeteneğini şahsında birleştirmiş proletaryaya bütünlüklü bir teori ve eylem kılavuzu sağlayan Karl Marx, bu silahı tersine çevirdi.

Öcalan’ın eleştirilerini en çok bu alanda yoğunlaştırmasının nedeni, tarihin sıradan bir bilim olmayıp, eylem kılavuzu olmasından dolayıdır. Marx’ın diyalektik materyalizmi gibi tarihsel materyalizmini de topa tutarak kendi kuyusunu kazıyor. Materyalist tarih anlayışının temel kavramları, maddi üretim güçleri ve üretim ilişkileri, bunların çelişkili birliğini temsil eden üretim tarzı, sosyal varlık ve sosyal bilinç, iktisadi temel ve ideolojik-siyasi üstyapı, toplumsal devrim ve tarihsel üretim tarzları gibi kavramları kullanmak yerine, derleme toplama, hiçbir bilimsel açıklayıcılığı olmayan kavramlarla kendince “sistem” kurmaya çalışıyor.Marksizmin alnına haksızca yapıştırılan bayat “ekonomik determinizm”i ve indirgemeciliği reddetmek adına, Marx öncesinin idealist tarihçilerine, “tarihsel sosyoloji” etiketiyle düzen ideoloğu Comte’un izindeki Batı sosyolojisine, bilumum sahte Marksistlerin sınıflar ve tarih üstü kavramlarına geri dönüyor. Böylece, mücadele biçimlerinde ve örgütlenmede attığı geri adımları, açık veya kapalı Marksizm karşıtlığıyla bilinen akımlardan devşirdiği ideolojik, siyasi ve ekonomik fikir kırıntılarıyla tamamlıyor. Sosyalizm projesini, devrimci teoriye ve 20.yüzyıl devrimlerinin deneyimlerine dayandıracağı yerde, metafiziğin ve idealizmin cephaneliğinden aşırılmış irade, zihniyet, ahlak gibi kavramlarda ve pragmatizmin çıkar ve kader ortaklığı, “kazan kazan” gibi çıkmaz sokaklarında arıyor. “MELSA”lı yıllarda Kürt halkının devrimci potansiyelini açığa çıkaran ve bunu yönlendiren stratejiler ve perspektifler sunarken, şimdilerde bunun yerini yatıştırıcılık ve reformizmle dolduran manifestolar kaleme alıyor.

Öcalan tarihi dönemlendirmeden, üretici güçler ve üretim ilişkileri, üretim araçlarının özel mülkiyet gibi analiz araçlarına başvurmadan, Bakunin ve Bookchin’den kopyaladığı görüşlerle Marx’a savaş açıyor: “Tarih sınıflar savaşı değil, devlet ve komün savaşıdır.” Böyle demekle tarihsel materyalizmin omurgasını oluşturan sınıf mücadeleleri ve devrimler diyalektiğini, balığın kılçığını çıkartırcasına çekip atıyor. Bu kendisini, ilkel komünal toplum çözülüp devlete yol vermeden ve ardışık devlet türlerini yaratmadan önceki devletsiz dönemi, köktendinci İslamcıların Muhammet ve dört halife devrini “altın çağ” olarak görmelerindeki gibi idealize etmeye götürüyor. İdeal tasarımını gelecekte değil, en çok yücelttiği uygarlıklar mezarlığı Mezopotamya geçmişinde arıyor.

“Bu çağda beş büyük komünal ideoloji çıkış yapıyor. Merkezi konumu Zerdüştlük teşkil ediyor. Onu takiben Çin’de Lao Tse, Hindistan’da Budha, Yahudi ideolojisi ve Sokrates felsefesi gelir. Bu beş çıkış da komün temelli çıkışlardır. Hatta Marks’ın komünizminden kırk kat daha komünistik çıkışlardır. Eksen çağındaki bu müthiş beş kol komünal ve komünistik çıkışlardır.”

“Peygamberler geleneği de komünalisttir. Muhammed neden bu kadar büyüktür?” (Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu)

Sınıfsallaşmanın dışında tutulamayacak üst sınıfa yakın ve erkek egemenliğinden yana Sokrat ve bir başka yazıda ele alacağımız (kadın sorununda Öcalan’la ters istikametleri gösteren) Muhammed’i de dikkate alırsak, adı sayılanların “komünalist”likleri ayrıca tartışılır. Bunların ya da “Platon komünizmi”nin Marx’ın komünizminden üstün olduğu iddiası ise, nostaljik geçmiş özleminin insanı tutucu ütopyalara nasıl sürükleyebileceğine dair net bir örnek sunuyor. Sınıflı toplumların gelişmesi karşısında dehşete kapılan Öcalan, daha tanımlayıcı bir kavram yerine, bula bula “kastik toplumsal katil”i buluyor. Böylece ilhamını geçmişten alan ütopya, distopyaya dönüşüyor.

“Tarih Sınıflar Savaşı Değil, Devlet ve Komün Savaşıdır” tespitiyle; bu bölümde sınıfsal teoriyi ciddi bir dönüşüme uğratacak yeni bir perspektif geliştireceğiz. Belki bir düşünce devrimi yapacağız” gibi büyük bir iddiayla ortaya çıkmasına karşın, yeni olarak getirdiği tek bir şey yoktur.

“Tarihi kastik katille başlatmak, hem sosyolojinin, hem ona bağlı sosyalizmin ana kaynağı olmalı. Hatta sosyal bilimlerin temeli olmak durumunda. Kastik katilin ortaya çıkışı, ilk büyük kırılmadır… Belki de tarihin en büyük karşı-devrimidir. ‘Tarih nedir’ diye de bir soru sorsak, tarih işte kastik katilin toplumu yarması, toplumu büyük kölelik sistematiği altına alması; hem onun düşünce sistemine hem de pratik yaşamına müdahale etmesidir. Toplumsal sorunsallığın başlangıcı, bu kastik katiller sistemidir diyebiliriz… Sonra kastik katil bu sistemi geliştirecektir. Son aşaması kapitalizm ve onun ulus devleti olacak.” (Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu)

Öcalan, ilkel komünal toplumun çözülmesini izleyen sınıflı topluma geçişi “kötüler”in “iyileri” galebe çalması olarak algılıyor. Nesnel toplumsal gelişme diyalektiğinin zorunlu bir durağı olarak devletin ortaya çıkışının, “Komün”e karşı değil, onun bağrından doğan köleleri egemenlik altında tutmak ve düzenin işlerliğini garanti altına almak olduğunu kavrama zorluğu çekiyor. Eğer Spartaküst ayaklanmasının trajik destanını kabaca bile okusaydı, orada savaşın komünle değil, kölelerle köle sahiplerinin elindeki devlet (ordu) arasında geçtiğini anlardı.

Ataerkil aile, üretici güçlerin gelişmesi, iş bölümü, artı-ürün ve özel mülkiyet sınıfların ortaya çıkma süreçleriyle sıkı sıkıya bağlı olgulardır. Lenin devletin başlangıç noktasını, “tek uğraşı yönetmek olan ve yönetmek için de başka insanların iradesini zorla baskı altına alarak -hapishaneler, özel birlikler, ordular vb. biçiminde- özel bir aygıtının gerekliliğini duyan özel bir insan grubu ortaya çıktığı zaman doğmuştur” diye açıklar. Öcalan’sa devletin, sınıfların ortaya çıkmasıyla sömürenlerin sömürülenleri baskı altına alma, egemen sınıfın ayrıcalıklarını koruma ve mevcut üretimi biçimini sürdürme gereksinimden doğduğunu bir türlü anlayamıyor. Yalnız bu değil, şu da var: “Toplumun üreticilerle üretimi örgütleyenler arasında, el emeğiyle kafa emeği arasında bir ayrılma olarak başlayan sınıflara bölünmesiyle birlikte, yalnızca üretim tekniğinde değil aynı zamanda toplumun örgütlenişinde ve insan bilincinin zenginleşmesinde de uygarlığın ortaya çıkışına yol açan büyük ilerlemeler için koşullar yaratılmış oluyordu.”

Bu yönleri hiç hesaba katmayan Öcalan ise, “kastik katil” terimiyle açıkladığı ataerkilliğin ortaya çıkışını ve bunun giderek devlet denilen egemen sınıfın diktatörlük aygıtıyla bütünleşmesini, tek yanlı olarak topluma yabancı, kadını ruhen öldüren, doğayı katleden siyaset, zihinsellik ve psikoloji karışımı, ürkütücü ve yenilmesi mümkün olmayan bir garabet olarak tasvir ediyor. Bundan dolayı köleci ya da başka bir sınıflı topluma geçişteki çok yönlülüğü dikkate almıyor.

Öcalan Tarihi, M. Ö. 10 binlerde taş baltalı “erkek egemen çeteyle başlayıp, “kastik katil”in” devlet olarak örgütlenmesiyle devam eden ve kapitalist uğraktan geçtikten sonra kurulan sosyalist devletlere kadar gelen süreci kapsıyor. Toplumların, bütün kötülüklerin yaratıcısı işte bu devlet olarak örgütlenmiş “kastik katil”dir. Devlet teorisinin özü, ilkel komünal toplumdan beri “bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete” diye özetlense yeridir. Devleti her şeye kadir bir olgu, toplumun ve sınıfların yaratıcısı olarak gören idealistler gibi düşünüyor. Max Weber Osmanlı hanedanını inceleyerek ürettiği “patrimonyal egemenlik” için, “toplumsal ve ekonomik ilişkilerin mutlak belirleyicisi” demiştir. “Önce devlet vardı, her şeyi yaratan odur” prensibinden yola çıkan Hegel, Proudhon, Bakunin, Dühring gibi idealistler devleti tarihin itici gücü olarak görüyorlardı. Rusya’da “etatist okul” diye liberal ve devrimci Narodnikleri kapsayan bir akım bile vardı. Bizde de Kemalist ve muhafazakâr tarihçilerin hemen hepsi bu kafadadır. Öcalan’ın farkı, onların daha usturuplu ve gerekçeli anlatımları karşısında, her şeyi kaba saba gerekçelerle devlete bağlamasıdır. Daha da kötüsü, onları aşarak sömürücü sınıfların devleti ile sınıfsız komünist topluma geçişi sağlayacak sosyalist devleti (zorunlu bir geçiş aşaması olup sonunda sönümlenecek) aynı kaba koymasıdır. Proletarya iktidarını reddeden Bakunin’le en çok bu konuda çatışan Marx’ı, “Devlet adlı kitabı en başta yazması gerekirken bunun yerine Sermaye’yi yazması bir hatadır” diye suçlama sebebi budur.

Küçük burjuvazi, işçi sınıfı devrimciliğinden hoşlanmaz. Öcalan düşmanca suçlamalarıyla bunun bir örneğini veriyor:

“Marksizm’in sınıf kavramı problemlidir. Sadece parti kavramı değil, sınıf kavramı teorik olarak da problemlidir. Zaten sanayi proletaryası en çok da faşizme yaradı. Hitler, Alman işçi sınıfını en çok kullanandı. Bu işçi sınıfı dediğimiz, sosyalizmden çok faşizme taban teşkil etti. Halen Yeni Sağ bu kesime, işçilere dayanıyor; öyle burjuvaya filan dayanmıyor. En çok da bunlar Yeni Sağ’ı destekliyorlar.” (Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu)

Söyledikleri neresinden tutsan elinde kalır. Bunun Kürt burjuvalarının kendi işçi ve yoksul köylülerine yaklaşımından ne farkı vardır? Kaynağında kılavuz aldığı post-Marksist peygamberlerin görüşlerinin olduğu açıktır. Laclau’nun “sınıf”, “proletarya” gibi söylemleri özcü ve indirgemeci bulup, “insanlar”, “yurttaş”, “halk” gibi terimlerle değiştirdiği biliniyor. Sınıflar yerine kimlikleri, farklılıkları, çoğulculuğu geçiren sivil toplumcular on yıllardır aynı sakızı çiğniyorlar. Gelgelelim bunların hiçbiri yüzyılımıza ait şeyler değil, burjuva tarih yazımı, Batı sosyolojisi asırlardır çelişkilerin üstünü örtmek için aynı şeyleri söylüyor. Oysa sınıftan kaçmak, tarihin itici gücü olan uzlaşmaz çelişkilerden ve sınıf mücadelelerinden kaçmaktır. Ulus olgusunu yekpare bir bütün gibi kavrayan Öcalan, sınıf analizi ve çelişkilerinden kaçıyor. Zira yalnızca Kürt halkını Türk egemenleriyle değil, aynı zamanda Kürt işçisiyle burjuvasını, toprak ağası ve aşiret reisiyle yoksul Kürt köylüsünü de uzlaştırmak istiyor. Boşuna ikide bir dışarıya “’Bazı aşiretlerle sorun yaşandı ama artık ellerimizi birbirimize uzatmalıyız’” diye haber gönderip durmuyor.

İnkârcılık Öcalan’da ne çeyrek ne de yarımdır. Tamdır. Ekonominin gelişiminden, sınıftan ve sınıflar arası uzlaşmaz çelişkilerden uzak, üstyapı kurumlarında dönüp dolaşan (zihniyet, din, şiddet, kültür, ahlak) bu anlatı, son elli yılda moda olan liberal sol kültüralist/üstyapı tarihçiliğinin en kötü türevidir. Egemen sınıf iktidarlarını reddederken komünist, devrimci, ilerici olanları da reddediyor. Koskoca dünya devrimler tarihini bir yana atarak sosyalist devrimlerin ve ulusal kurtuluş savaşlarının içini boşaltmaya çalışıyor: “Son yüzyılda özellikle ‘ulusal kurtuluş’, gerek ‘sosyalist kurtuluş’ adına yürütülen ayaklanma ve savaşları da halk eylemleri olarak kutsamak gerçekçi değildir.” (Demokratik Konfederalizm). Biraz dikkatle incelese eski Yunan’da, Çin’de, Hindistan’da, Roma’da ve daha başka yerlerde sayısız sınıf mücadelesi örnekleri bulabilirdi oysa. Yoruma gerek bırakmayacak bu sözleri şu soruyu akla getirir: Devrimler mümkün değilse söylediklerinden ne çıkıyor? Kapitalizmin alternatifinin proletarya sosyalizmi değil, kapitalist sistem içinde yuvalanmış iktidarsız ve savunmasız kof bir “sosyalizm” olduğu. Yani “kastik katil”in icraatlarını mümkün olduğunca azaltacak komünal belediye sığınakları yapmak ve barış çubukları tüttürerek diyalog içinde yan yana yaşamak.

18. yüzyıla kadar tarihin aşamaları hükümdarların saltanat süreleri veya vahşet/barbarlık/medeniyet gibi kıstaslar üzerinden yapılırdı. Bu konuda da en köklü değişikliği sosyoekonomik oluşumların (ilkel, köleci, feodal, kapitalist, sosyalist/komünist) ayırt edici yanları ve birbirlerini izleyen dönüşümleri üzerinden yapan Marx oldu. Kapital ve ilgili eserleriyle tarihi üst bir bilim seviyesine çıkardı. Marx’ın metodolojisi toplumsal gelişmeyi çok boyutluluğu (ekonomi, siyaset, ideoloji, hukuk, estetik, ahlak) çerçevesinde tek bir bütünde ve ortak paydada birleştirmekle kalmaz, aynı zamanda toplumsal yapının katmanlarının ve dönüşümlerinin açıklanmasına uygulanabilir bir model geliştirerek kendisinden öncekileri aşar. Kapitalist toplumun feodalizmdeki kökenlerini açıklamasında olduğu gibi, Grundrisse ve Kapital’de “insanın anatomisi maymun anatomisinin anahtarıdır” perspektifiyle geriye doğru okuma ve açıklamalar yapması yöntemsel bir yeniliktir.

Bunlara rağmen Marx’ın tarih anlayışının “ekonomik determinist” ya da sadece iktisatla ilgili olduğunu iddia etmek göz göre göre iftiradır. Kapital’i ve birer canlı tarih yazımı olan “Fransız Üçlemesi”ni dikkatle okuyanlar, Marx’ın toplumla ilgili olup da maddi ve manevi, zorunlu ve rastlantısal, felsefi ve kültürel, estetik ve ahlaki, kahramanlık ve alçaklık gibi konularda değinmediği çok az şey olduğunu göreceklerdir. Dolayısıyla tarihsel materyalizm tek başına periyadizasyon değildir, toplumsal süreçler ve dönüşümleriyle ilgili her şeydir.

Öcalan hem okumadığı hem de kapsayıcı bir görüş açısına sahip olmadığı için, Marx’ın tam tersi bir portre çiziyor. Ona söylemediği şeyleri söyletiyor, söylediği şeyleri söylememiş gibi gösteriyor. Marx’ı zihniyet ve ahlaki boyutu (Sosyolojinin Devrimi) kavrayamamakla suçlar. Oysa bu asıl kendisi için geçerlidir. Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkıya Önsöz’ünde, Grundrisse’de ve başka eserlerinde ekonomiden başka ideoloji, politika, hukuk, ahlak, sanat dahil toplumsal yapının bütün katmanlarını dikkate alan bir perspektife sahip olduğunu hiç anlamamıştır. Yüzeysel sözlerin ötesinde asıl kendisi ekonomi, toplum, siyaset, ideoloji ve bunların birbirleriyle ilişkileri hakkında bilgisizdir, ki yazdıklarını okuyan herkes bunu anlar. Marx’ın kuramına temel olan yöntemin, Thompson’un deyişiyle, “varlıklardan ve şeylerden kendilerine ait olan gerçekliği çekip almakla başlar ve onu soyutlamalara verir; daha sonra bu soyutlamalardan yola çıkarak somut varlığı ve gerçekliği üretmek yoluyla dünyayı yeniden kurmaya yönelen” bir yol izlediğinin farkında bile değildir. Bunu bilseydi, Marx’ın neden “Devlet”ten değil de, “meta”dan başladığını anlar, onu neden böyle yapmadı diye suçlamaya kalkmazdı.

Tarihsel materyalizmin dönemlendirmesini, devlete endeksleyerek gerekçelendirmeden beşten üçe indiriyor Öcalan:

“Tarih üç toplum biçimini veya tarzını tanımaktadır: İlkel klan toplumu, sınıflı devlet veya uygarlık toplumu, demokratik çoklu toplum. İlkel, köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist toplum gibi çizgisel ilerlemeci yaklaşımlar fazlasıyla dogmatiktir” (Kapitalizmin Döl Yatağı: Ziggurat)

Marx aşamaları sıralarken, sosyalizm hariç dünya tarihinde görüle gelmiş toplumsal formasyonları anlatmak istemiştir. Rusya ve Asyatik toplumlar somutuna indiğinde şemalaştırmalardan kaçınır. Öcalan’ın aşamalandırması ise hiçbir somut araştırmaya dayanmaz; keyfidir, ortak ögelerden ve yasallıktan yoksundur. Sosyoekonomik formasyonu oluşturan düzlemleri (üretim, sınıflar, üstyapı vb.) bir yana bırakır ve üstyapısal zemine çekerek (sırf onunla sınırlayarak) “devlet”, “hukuk”, “zihniyet” “uygarlık”, “modernite” gibi soyut terimleri düz ve olay anlatıcı tarih yazımı yöntemleriyle art arda sıralar. Benzetme yerindeyse Tarzan’ın ayağı toprağa basmadan daldan dala sıçradığı gibi, ekonomik ve toplumsal ilişki ve çelişkileri teğet geçerek üstyapı alanında gezinir durur.

Yazarın bütünsel bir analizini yapmadan üçe ayırdığı sosyoekonomik aşamalandırmasının tarihsel gerçekliğe uygulanabilirliği yoktur. Bunların sadece içsel ilişkilerini değil, birbirlerine geçiş dinamiklerini de açıklamadığı için, sistemi meşrulaştırmanın “bilimi” olan pozitivist sosyoloji ve özcü tarih anlayışında çakılır kalır. Bu yüzden hem köleyi sınıftan saymaz hem de işçinin de köle olduğunu ileri sürer: “Köleye de sınıf demek saçmadır. Marks da bu hatayı işliyor. İşçi denilen de aslında bir köledir.” Köle sınıf değilse, işçi de bir köleyse bunların hangi sosyal ve tarihsel bağlama yerleştirileceği, aralarındaki benzerlik ve farkların nasıl açıklanacağı sorularının cevabı yoktur. Köleliği işçiye kadar uzatarak “ölümsüz kategoriler” parantezine alması Öcalan’a ata yadigarıdır. İdeolojik soykütüğünün ilklerinden Proudhon’un, “Biz, zaman sırasına uygun değil, birbirini izleyen düşüncelere uygun bir tarih anlatmaktayız. Ekonomik evreler ya da kategoriler, görünüşte bazen çağdaştırlar, bazen de bunun tersi” demesine karşı, “Eldeğirmeni size feodal beyli toplumu verir; buharlı değirmen ise, sınai kapitalist toplumu” gibi basit örneklerle açıklayarak, her şeyin tarihsel, yani yokken var olan, varken yok olacak, dolayısıyla geçici olduğunu anlatmak için Felsefenin Sefaleti’ni yazmak zorunda kalmıştı Marx. Öcalan’ın anlamadığı hiçbir tarihsel olgu ya da olay, kendi devirlerinin özelliklerini yansıtacak toplumsal bir çerçeveye (kölelik, feodalizm, kapitalizm gibi) yerleştirilmedikçe ve her birinin kalıcı olmayıp yerlerini başka oluşumlara bırakacağı, tarihsel yani geçici oldukları gösterilmedikçe anlaşılır kılınamayacağıdır. Tarihsellik, kendi iç dinamikleriyle ya da daha açık bir ifadeyle iç uzlaşmaz karşıtlıklarıyla devinen toplumsal koşulların sürekli nicel ve nitel dönüşümlerinden çıkarsanır.

Sınıfları, toplumsal antagonizmaları, sınıflar mücadelesini ve devrimleri devreden çıkaran yazar, yukarıdaki sözlerini şöyle tamamlıyor:

“Hani bu köle hiçbir devrim yapmış mıdır? Yapmamıştır. Marks buna bir devrim bahşetmek ister; işçi sınıfı uyanacak, sayısı büyüyecek ve bir devrim yapacak… Yok böyle bir devrim. Devrimi yapanların çoğu da burjuvaziden gelen ailelerin çocukları. Marks bir avukatın oğludur, Lenin de öyle bir orta burjuva ailenin çocuğudur, Mao da öyledir. Yani işçi sınıfının, sınıf olarak örgütlenip yaptığı tek bir devrim yok. Bu bir ütopya, bir hayali görüş; gerçeği de yok.” (Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı)

17. yüzyıldan 19. yüzyıla uzanan burjuva devrimlerini, 20. yüzyılı son çeyreğine kadar kaplayan sosyalist devrimleri ve ulusal kurtuluş devrimlerini saymazsak, Öcalan haklıdır. O zaman şu soruyu sorma hakkımız doğar: Peki, tarihte örnek gösterebileceği (küçümsediği “reel sosyalizm” gibi 60-70 yıl değil, 1 gün yaşama başarısı göstermiş) tek bir “zihniyet” ya da “komünalist belediye devrimi” var mıdır? Yoktur.

Sınıf mücadelesiz, devrimsiz, bağlamsız sözde “tarihsel sosyoloji” dolapçı beygiri gibi “kastik katil” etrafında dönüp dolaşmaya mahkumdur. Ortaya........

© sendika.org