45 yıl sonra 12 Eylül
Şafak sökmeden şalterleri indirerek Türkiye’yi uzun sürecek bir karanlığa boğan 12 Eylül darbesinin üzerinden 45 yıl geçti. Bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm güçleri olarak, darbenin toplumsal yaşamda yol açtığı tahribatlar kadar yerleştirdiği kurum ve zihniyetlerle hakkıyla hesaplaşabilseydik, bugün daha farklı bir Türkiye’de yaşıyor olacaktık.
12 Eylül 1980, resmi ağızlardan duymaya alıştığımız gibi, işlemez hale gelmiş parlamenter düzeni geçici olarak askıya alarak kurtarmayı amaçlayan, bu kadarla sınırlı bir askerî harekât değildir. Tek başlarına ayrı ayrı 24 Ocak Kararlarını tamamlayan bir neoliberalizm inşası, mevcut hegemonya krizini çözme girişimi, NATO’nun Ortadoğu’daki karakolunun tahkim edilmesi de değildir. Aynı zamanda önlenemeyen devrimci hareketi ve toplumsal muhalefetin yükselişini topyekûn bir şiddetle ezmenin adıdır. Toplamdaysa bunların hepsidir.
Aslında, kurumsal üstyapıyı ve ekonomi politikaları sil baştan onarmayı, tekelci sermayenin yeni tarihsel blok içerisindeki hâkim pozisyonunu güçlendirmeyi, sistemin stratejik kurumlarını yeniden organize etmeyi gündemine alan faşist darbe, tarihimizi ikiye bölen bir milattır. Türkiye kapitalizminin içine yuvarlandığı ekonomik, siyasi, ideolojik, psikolojik krize yanıt olarak gelişen devrimci hareketin ve toplumsal muhalefetin yükselişini, topyekûn ve yoğunlaştırılmış bir şiddetle silindir gibi ezerek bugüne kadar atlatamadığı bir krize sokmayı başardığı için de öyledir. Aradan geçen yarım asra yakın zamana rağmen her kritik sorunda ona dönüş yapmak zorunda kalmamızın sebebi budur.
Bugün geriye doğru bakıldığında devletin yeniden organizasyonunda, sermaye birikim tarzının değişiminde, yeni hegemonya biçimine geçişte, kültürel ve akademik kurumlara müdahalede ve toplumsal algıda gerçekleştirilmiş bir çeşit paradigma değişimi olduğu daha iyi görülebilmektedir. Sisteme yönelik direnişi bastırıp kriminalize ederek devrimci hareketin itibarını ve solun söylemsel hegemonyasını büyük ölçüde sonlandırması, ihracata yönelik sermaye birikim modeline geçişi sağlaması, devlete tepeden Türk-İslam sentezi enjekte etmesi, milliyetçi-İslamcı ideolojiyi ve Özal hükümeti eliyle bireyciliği ve köşe dönmecilik zihniyetini toplumsallaştırarak tasfiye ettiği hegemonik sol söylemin boşluğuna yerleşmesi, neticeten devrimci fedakarlık ve adanmışlık geleneğinin altını oyması ve yenilgi ideolojilerine uygun ortam hazırlaması da böyle demeyi gerektirmektedir.
Cumhuriyet tarihinin o güne kadarki bu en köklü dönüşümünü, orduya hükmeden üç beş generalin veya dış ucu NATO’ya uzanan asker-sivil bürokrasi içindeki kayıtdışı gizli güç odağı diye tarif edilen “derin devlet”in işi olarak tanımlamak âdettendir. Oysa bu, komplike bir olayı tarihsel ve sosyal bağlamından koparan ama aynı zamanda komplo teorilerine kapı açan bir basitleşmedir. Bunu da dışlamadan, büyük sermayenin, devlet elitinin, yüksek bürokrasinin; onlarca yılın hata ve ihmallerine, yeni ihtiyaçları da ekleyerek, devletin ebed müddet bekası adına aldıkları stratejik kararı ifade etmek üzere, “devlet aklı”nın faşizm lehine yürürlüğe konması olarak görmek daha doğru olacaktır. Bu yönüyle, devletin kendi geçmişinin eleştirisi ya da aynı anlama gelmek üzere özeleştirisi sayılır.
***
Darbe sevici tarih yazımı 12 Eylül’ü, bugüne kadar iç savaşa doğru tırmanan “anarşi” ve “terör” olaylarına son vererek, demokrasiye yeniden işlerlik kazandıran acı ilaçlı, ertelenemez bir tedavi olarak gösterdi. Kendi teslim oluşlarını aklama çabasındaki sağlı sollu muhaliflerinin yorumları da buna çok uzak değildi. Aydınlık ve eski TKP, cuntayı........
© sendika.org
