menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Günümüz faşizmini anolojilerden kaçınarak anlamak için kavramsal bir olanak: Geç faşizm

15 18
05.04.2025

19 Mart direnişinin kıvılcımını yakan gençlere

Geçtiğimiz günlerde Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptal edilmesi ve gözaltına alınmasıyla başlayan süreç üniversite gençliğinin kararlı isyanıyla karşılaşınca kendimizi beklenmedik bir toplumsal direniş dalgasının içinde bulduk. Bu süreçte “faşizm” sözcüğü de daha fazla duyulur oldu. Öyle ki, daha yakın zamana kadar “normalleşme”den söz eden Özgür Özel bile Saraçhane konuşmalarından birinde “faşizme karşı meydan okuma” ifadesini kullandı. Öte yandan bu kritik eşikte dahi siyasal rejimi tanımlarken faşizm kavramını kullanmaktan kaçınan, onun yerine “sivil darbe”, “rekabetçi otoriterlik”, “neoliberal otoriter devlet”, “saray rejimi” gibi bir dizi kavramı kullanmaya devam eden sol kesimler de var. Günümüzde yaşanan otoriterleşme sürecini tartışırken faşizm kavramından kaçma halinin Türkiye soluna özgü olduğu da söylenemez. Kapitalist devletlerin otoriter dönüşümüne dair teorik tartışmalar 11 Eylül 2001 sonrasında yeniden canlandığında ve 2008 krizinin ardından bu tartışmalar derinleştiğinde, faşizm kavramı dünya solunun tartışmalarında da pek öne çıkmamıştı. Yaşanan dönüşümü açıklamak için “kalıcı olağanüstü hal”, “neoliberal otoriterlik”, “sağ popülizm” gibi bir dizi kavram kullanıldı. Ancak 2016’da ABD’de Trump’ın iktidara gelmesi, birçok ülkede aşırı sağın yükselişi/iktidara gelişi ve emperyalist savaşların tırmanışıyla birlikte, faşizmin iki savaş arası döneme özgü tarihsel bir durum olduğu tezine karşılık faşizmin güncelliğini koruduğuna dair argümanlar yeniden canlandı. İsrail’in Gazze saldırısı ve Trump’ın ikinci kez iktidara gelişi ise bu argümanları daha da öne çıkardı.

Peki günümüze özgü otoriterleşme sürecini tartışırken faşizm kavramını kullanma konusunda süregiden tereddüt nasıl açıklanabilir? Alberto Toscano’ya göre bu durum, tarihsel analojilerle düşünme alışkanlığından, başka bir deyişle, şu anda yaşadıklarımız ile klasik faşizm arasında paralellikler kurma çabasından kaynaklanır.[1] Bu çaba, iki iddia arasında hızlı bir kutuplaşmaya yol açar: Bazı benzerliklere bakarak klasik faşizmin geri geldiği sonucuna varmak ya da bazı farklılıklara bakarak yaşadığımız durumun faşizmle ilgisi olmadığına karar vermek. Oysa günümüz faşizmi klasik faşizm ile hem benzerlikler hem farklılıklar içerir. Buradaki yöntemsel sorun, iki savaş arası dönemde ortaya çıkan faşist rejimler, hareketler ve ideolojilerle ilgili bir dizi unsurun seçilerek bir kontrol listesi (checklist) oluşturulması ve bu liste üzerinden genel bir faşizm tanımı yapılmasıdır. Böyle bir yaklaşım tarih-dışı olduğu gibi, faşizme aslında hiç içermediği yekpare bir tutarlılık atfeder.

O halde günümüz faşizmini analojik düşüncenin kısıtlılıklarını aşarak nasıl kavrayabiliriz? Bunun ilk adımı, faşizmi tarihsel bağlamı içinde ele almaktır. Bu noktada Toscano günümüz faşizmini daha önceki biçimlerinden ayırt etmek üzere ‘geç faşizm’ kavramını önerir: ‘Geç faşizm’, “geç kapitalizm’ veya ‘geç Marksizm’ gibi, faşizmin, ekonomik ve sosyal bağlamına bağlı olarak değişkenlik gösterdiğini ima eder. Toscano’ya göre faşizmin erken ve geç biçimleri arasındaki sürekliliği anlamak için ise iki savaş arası Avrupa’sına değil, ırksal kapitalizmin “longue durée”sine (uzun dönemli etkilerine) bakmak gerekir. Hem klasik faşizmi, hem de günümüz faşizmini besleyen uygulamalar ve ideolojiler, yerleşimci sömürgeciliğin, köle sahipliğinin ve Avrupa içi ırksal kapitalizmin (veya içsel sömürgeciliğin) ‘hukuk dışı ırkları’ mülksüzleştirmesi ve sömürmesiyle önceden hazırlanmış ve öngörülmüştür. Dolayısıyla ‘geç’ faşizm, kapitalist dünya sisteminin emperyalist konsolidasyonuna eşlik eden ‘faşizm öncesi faşizmler’ olmadan anlaşılamaz.

Bu nedenle Toscano günümüz faşizmini anlamak için Komünist Enternasyonal’deki analizler ya da Soğuk Savaş yıllarına özgü totalitarizm tartışmalarına değil 1970’li yıllarda ABD’de siyahi Marksistlerin yaptığı faşizm tartışmalarına dönmeyi daha anlamlı bulur. O dönemde beyaz entelektüeller Amerikan devletini liberal demokratik olarak tanımlarken Angela Y. Davis ve George Jackson gibi siyahi Marksistlerin aynı devleti faşist olarak tanımlamasından yola çıkarak, faşizmin belirli bir dönemde aynı ülkede farklı ırk, cinsiyet ve cinsellik eksenlerinde farklı şekillerde uygulandığını, deneyimlendiğini ve adlandırıldığını vurgular. ‘Tahakkümün farklılaşmış deneyimi’ olarak tanımladığı bu durumu açıklamak üzere Ernst Fraenkel’in Nazi Almanyası için kullandığı ‘ikili devlet’[2] kavramına döner. Devletin kendi koyduğu normlara uyduğu ‘norm devleti’ ile hukuku devre dışı bırakarak kararları keyfi bir biçimde aldığı ‘önlem devleti’nin bir arada var olduğu bir işleyişi tanımlayan ‘ikili devlet’ kavramına referansla ‘ırksal ikili devlet’ (racial dual state) kavramını geliştirir. Siyahi Marksistlerin yazılarında ABD’nin ‘ırksal ikili devleti’nin en belirgin biçimde işlediği alan olarak ise yargı ve cezaevlerine dikkat çektiklerini hatırlatır. Bu kavrayış, günümüz faşizminin ayırt edici özelliklerini anlamak için onu sürekli olarak klasik faşizm ile karşılaştırmak yerine faşizmin asıl tarihsel kaynağını oluşturan ırksal kapitalizmin farklı ülkelerde aldığı yeni biçimlere odaklanmamızı sağlar.

Bu noktada bir parantez açarak günümüz faşizmini tartışılırken sıkça kullanılan neo-faşizm, post-faşizm, yeni faşizm ve geç faşizm kavramlarının literatürde nasıl ortaya çıktığını ele almak uygun olacaktır. ‘Neo-faşizm’ kavramı daha çok II. Dünya Savaşı’ndan sonra klasik faşist hareketlerin ilhamıyla aynı yapıyı sürdüren ve anti-komünist niteliği ağır basan siyasal hareketleri; ‘post-faşizm’ kavramı ise 1990’larda Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra anti-komünizmin geri plana düşmesiyle birlikte daha çok göçmen karşıtlığı, kentlilik, kendini yüksek Avrupa kültürünün parçası olarak görme gibi motiflerle hareket eden, biyolojik ırkçılıktan çok kültürel ırkçılığı öne çıkaran eklektik siyasal hareketleri tanımlamak üzere ortaya çıkmıştır.[3] Enzo Traverso, post-faşizm kavramını günümüz popülist faşizminin, kitle mobilizasyonunu ve elitlerin ortak desteğini kullanan klasik faşizmden farklılaşmasını vurgulamak için kullanır.[4] Yeni faşizm kavramı ise daha çok 1960’larda ve 70’lerde ABD ve Avrupa’da kullanılmış, Herbert Marcuse ve Angela Davis gibi yazarlar o dönemin faşizmini ‘sosyalist dönüşümü önleyici karşı-devrim’ olarak tanımlamıştır. Dolayısıyla bu üç kavramın da literatürde belirli bir tarihsel arka planı vardır ve günümüz faşizmini tartışırken kendine özgü bağlamlarının dışına çıkarılarak gelişigüzel bir biçimde kullanılmaları kavram kargaşasına yol açabilir.

Bu kavramlar arasında en sorunlu olan ise “post-faşizm”dir, çünkü süreklilikten çok kopuşu ima eder. Günümüz kapitalizminden söz ederken erken dönem kapitalizmi ile farklılıklarına rağmen temel işleyiş mekanizmasındaki süreklilik nedeniyle ‘post-kapitalizm’ değil ‘kapitalizm’ ya da ‘geç kapitalizm’ diyorsak, yine günümüz emperyalizmini tartışırken “post-emperyalizm” kavramını kullanmak yerine emperyalizmin aldığı yeni biçimlerden söz ediyorsak aynı mantık faşizm için de geçerlidir. Zira günümüz savaşlarının aldığı yeni biçimleri anlamak için de kapitalizm, emperyalizm ve faşizmin aldığı özgün biçimler arasındaki içsel ilişkiye bakmak gerekir; kapitalizm, emperyalizm ve “post-faşizm” arasında ise böyle bir kavramsal bir ilişki kurulamaz. Bu noktada Toscano’nun önerdiği ‘geç faşizm’ kavramı, tarihsel olarak ırksal kapitalizmden kaynaklanan faşizmin günümüzde aldığı özgün biçimi tartışmayı olanaklı kılar.

Günümüz faşizmini analojik düşünüşün sınırlarını aşarak kavramanın bir diğer adımı da faşizmi kapitalist krizlere verilen özgün bir yanıt olarak çözümlemektir. Bu noktada William I. Robinson’ın çalışmaları ön açıcıdır. Robinson’a göre klasik faşizm 1929 krizine bir yanıt iken, geç faşizm 2008 krizine verilen bir yanıttır.[5] Klasik faşizm, sermayenin uluslararasılaşmasının görece erken bir evresinde ortaya çıkmıştır ve gerici siyasal iktidarların kendi ulusal sermayeleri ile ittifakına dayanmıştır. Geç faşizm ise sermayenin uluslararasılaşma sürecinin geç bir evresine özgüdür ve gerici siyasi iktidarların ‘küresel polis devleti’ eşliğinde ulusötesi sermaye ile ittifakını temel alır. Bu yeni konjonktürde ulus devletler savaş üretimini ulusötesi sermayeye ihale ederek birikim için sürekli yeni fırsatlar yaratmaya çalışmaktadır. Robinson bu durumu tanımlamak üzere “askerileştirilmiş birikim” kavramını kullanır. Klasik faşizmden farklı olarak, bu dönemin savaşları, pazarlar paylaşıldığında sona eren devletler arasındaki karşılıklı çatışmalar etrafında dönmez. Bunun yerine devletler, devlet dışı aktörlerle (paralı askerler, vekil gruplar, mafya ve paramiliter güçler gibi) işbirliği içinde sınırsız şiddete başvurmaktadır.

Robinson’un geç faşizmi klasik faşizmden ayırt ederken sermayenin uluslararasılaşmasının yeni evresine vurgu yapması oldukça önemlidir. Bununla birlikte, geç........

© sendika.org