Bir roman için, içinden geldiği gibi yazmak: Figen Ayan Koşar’ın Yolcu’suna dair bir deneme
“Ve bir gün ‘Vatanımsın.’ dedin bana. İşte, bin ömür geçse de üzerinden, içinde asılı kalmak isteyeceğim tek an… Üzerine titrediğin iki vatanın vardı senin, iki bayrağın. Beni ata vatanın ile örtüştürmenin anlamı çok büyüktü benim nazarımda… Sen vatanına ihanet etmez onu gözden çıkarmaz korumak için gerekirse kendinden vazgeçerdin.”[1]
….
Edebiyat ne işe yarar? Neden gerçekle ilgisi olmadığını bildiğimiz halde hayallerdeki hikâyelere meraklıyız? Romanlardaki acıları, sevinçleri yüreğimizde hissederiz? Hiç unutmuyorum. Hemingway’in Silahlara Veda’sını[2] bitirdiğimde o kadar sarsılmıştım ki metrodan iki durak önce inmiş ve Catherine’nin ölümüne kahrederek söve saya eve kadar yürümüştüm. Sebep? Hadi Hemingway belki de yaşadığını yazmıştı. Peki, Anna Karenina’nın öleceğini bile bile o an geldiğinde neden Tolstoy’un dehasının eserindeki bu hayalet için gözlerimin ıslanmasına engel olamadım?
Çünkü edebiyat insanı çoğaltır, derinleştirir, inceltir ve hacimlendirir. Küçük, sıradan ve boğucu hayatımızda temas edemeyeceğimiz insanların ruhlarına sızarız. Sınırlı zamanımızda aklımıza gelmeyecek hayatları yaşar, bin çeşit ruh haline merak salar, duyguların önce peşine, sonra içine düşeriz. Ve insan olduğumuz, yani hayali gerçek kabul edecek kadar esnek bir bilinci yüklendiğimiz için bu yalanların bizi kandırdığını düşünmez aksine haz alırız. Tüm o karakterleri dost ya da düşman beller; hikâye ile sarsılır, ağlar, güler, günlerce etkisinden çıkamayız. İşte, edebiyat insanın bu varoluşu üzerine inşa edilen büyüdür. Gerçek dışı ile kurmacanın karışımından oluşan Simya. Yazarlar da büyücü. John Fowles aynı adlı “Magnum Opus”unda kendini mi yazdı acaba?[3]
Romanımız Yolcu, gerçek üstü bir hikâye anlatıyor. Çünkü kurmaca. Ama hikâyede, tarihin politik arka planı üzerine parıldayan aşk, öylesine güçlü bir tutku ile yaşanıyor ve bu tutku öylesine tutkuyla kaleme alınıyor ki okur içi titreyerek kendine sormadan edemiyor: Acaba ben de böyle bir tutkuyla yanar mıyım bir gün? Eğer yanmış küle dönmüş ise geçmişte, bu kez “tekrar aynı aşkı bulabilir miyim peki?” diye devam ediyor duyguyu takibe. İyi roman, ruhu harekete geçirir çünkü.
Bence romanda, aşka dair en çarpıcı sahne, erkeğin (Özgür), sevdiği kadını (Mihrimah) vatanı olarak kabul eden yukarıdaki satırlar. Hayır, ideolojik bir tını yok burada. Çünkü vatan; insanın ana dilini konuştuğu, türkülerini söylediği, çocukken aynı güneşin altında oyunlar oynadığı, aşık olduğu, evlendiği, çoluk çocuğa ve öldüğünde toprağına karıştığı hayat bahçesi değil mi? Vatan, ruhun gölgesini vurduğu yer. O yüzden çok özel ve değerli. “Bütün dünya yurdum!” diyen bir düşünsel gelenekten gelen biri olarak söylüyorum bunu. Ve böyle bir duygu ile mücehhez biri; hiç ötekinin yurdunu işgal etmeye kalkar mı? Aksine o bahçe sevgisine, vatan hakkına saygı duyar! Ve o yüzden İsa henüz doğmadan 431 yıl önce Atinalı oyun yazarı Euripides “Dünyada bir kişinin vatanını kaybetmesinden daha büyük bir keder yoktur.” diyebiliyor Atina’dan sürgün edildiğinde.[4]
Euripides’in sözünü romandaki bağlam üzerinden okursak insanın aşkını kaybetmesi, maşuk, bir vatansa eğer- dehşet verici bir keder değil midir? Bu satırları okuyanların hayatlarında kim bilir kaç kez tecrübe ettiği bir keder!
Yolcu, Figen Ayan Koşar’ın ikinci romanı. İki roman arasında tarihsel bir anlatı üzerine oturması anlamında benzerlik var. “Vourla, Öteki Kıyı”, Urla’daki Türk ve Rum toplumlarını, geçmiş ve bugün üzerinden anlatırken Şair Yorgo Seferis’i de içeren bir aşk hikâyesi inşa ediyordu. Yolcu ise çok daha geniş tarihsel perspektif üzerine hikâyesini kurarken bu durumdan coğrafya da etkileniyor. Okur, Bakü’den Moskova sokaklarına geçiyor. Tarihî mekânlar arasında dolaşırken kendini İstanbul’da buluyor. Arnavutluk derken soluğu kahramanlarımızla birlikte Sohum’da alıyor. Yolcu sahiden okuru bir yolculuğa çıkarıyor. İşte bu yolda roman, Mihrimah ile Özgür’ün asla kavuşamadıkları ama tutkuyla kalplerine aktıkları aşklarına odaklanıyor. Lakin bu sadece bir aşk romanı değil. Özgür’ün alt kimliği üzerinden “ata vatanı” olarak kodlanan Abhazya’nın tarihsel trajedisi ve bu ülkenin de bir türlü kavuşamadığı bağımsızlık arzusu, Özgür ve Mihrimah ile bu küçük güzel ve talihsiz ülkenin kaderlerini de birleştiriyor sanki: Kavuşamayanların dinmeyen hasreti.
Bu kadar değil ama! Roman; otuzlu yılların otoriter Stalin yönetimi altındaki Sovyet rejiminin Kafkasya’ya yönelik siyasetinin bu halk üzerindeki trajik sonuçlarına ışık tutuyor. Bir hatırat –Madina’nın günlüğü-, o günleri detayları ve gerçek siyasi aktörleri üzerinden anlatıyor bize. Sonra Post Sovyet döneme geçiyoruz ve harika doğasıyla eski rejimde parti elitinin lüks tatil köyü olarak kullandığı bu muhteşem güzellikteki ülkenin, bir başka Kafkas devletinin hedefi olduğunu görüyoruz. Bağımsızlık talebi, Gürcistan tarafından savaşla ezilmeye çalışılırken Abhaz kültür........
© sendika.org
