Ana halka: Saray’ı yıkacak anti-faşist cephe
“Türkiye siyaseti yeniden şekillenirken sosyalist strateji” dosyasındaki diğer yazılara ulaşmak için tıklayınız.
Sendika.Org’un açtığı “Türkiye siyaseti yeniden şekillenirken sosyalist strateji” tartışma çağrısı zamanlama ve siyasal ortam açısından önemli bir boşluğa işaret etti. Çağrı devrimci ve sosyalist hareketlerin genel stratejik yöneliminden çok, içinden geçtiğimiz dönemde sosyalist strateji ne olmalıdır anlamındaydı. Tartışmaya katılan hareket veya kişilerin bir kısmı döneme ilişkin görevler üzerinden belirlemeler yaparken bir kısmı ise, Türkiye devriminin stratejisi üzerine genel değerlendirmeler yaptılar. Şebnem Oğuz, “Faşist zamansallığa karşı sosyalistler nasıl bir siyasal strateji geliştirmelidir?”[1] sorusunun, yanıtın merkezinde durduğunu söyledi. Bizim yanıtımız da dönemin stratejik hattını belirlemek ekseninde olacak. Ancak zorunlu olarak dünya devrim güçleri için strateji sorununa kısaca girmek gerekiyor.
Burada bir parantez açıp şimdiye kadar görüş bildiren değerlendirmelerden dikkat çekici gördüklerim için bazı şeyler söylemek istiyorum. En başta bilge üslubu ile devrimci hareketimizin hali pür-melali üzerine, herkesin anlayacağı sadelikte eleştirileri ile bu tartışmaya vesile olduğunu düşündüğüm Ender yoldaşın hakkını teslim ederek başlayayım.[2]
İkinci olarak dünyada tartışılan “geç faşizm” tartışmasını gündeme getiren Şebnem Oğuz’un dönem taktiği üzerine ve sosyalist güçlerin konumu üzerine söyledikleri önemlidir. Şebnem Oğuz, 1990’lara gönderme yaparak: “sosyalistlerin sabırlı, katmanlı ve kalıcı mevzi savaşlarıyla toplumsal dokuda örgütlenme zeminlerini büyütmesini” öneriyor. Yazı boyunca öne sürdüğü görüşler de üzerinde dikkatle durulması ve tartışılması gereken önerilerdir.
Bir başka dikkat çekici değerlendirmeyi İlhan Yıldırım[3] yapıyor. Bugün anti-faşist mücadeleyi, anti-kapitalizm ve anti-emperyalizmi de kapsayan “eksen” olarak değerlendiriyor. İlhan Yıldırım, “Devrimci hareketin bir döneminin artık kapanmakta olduğu… Hareketin geleneğini geleceğe devrimci tarzda taşıyabilmesini ve “önderlik sorununa” çözüm olabilmesini… tüm potansiyellerini harekete geçirecek köklü bir yeniden yapılanma” olarak öneriyor. Devrimci hareketin güncel durumu üzerine getirdiği bu eleştiriler ve önümüzdeki mücadele görevleri için yaptığı önerilerin büyük bölümüne katılıyoruz. Öte yandan bütün bu tespitlerini ve faşizme karşı mücadeleyi “barış ve demokrasi cephesi”nin güçlendirilmesi olarak ortaya koyuyor. “Barış ve demokrasi cephesi”, faşizmin azgın saldırıları ve önümüzdeki mücadelenin zorluklarını karşılayan bir yerde durmuyor.
Burak Çetiner[4], düzen içi siyasetten kopuş, iktidar perspektifini koruyan bir “yeniden kuruluş” öneriyor. Bu önerisini; “iktidarın gündelik yaşamı zor gücüyle dizayn etmesinin bir yansıması olarak siyasal alanda zor kullanımındaki yoğunlaşmayı” dikkate alan bir kadro profili önerisi yapıyor, önümüzdeki zor görevleri kavrayan bir hatta durduğunu gösteriyor. Bu önerilerine uygun olarak sağcı ve düzen içi eğilimlere getirdiği eleştiriler de dikkate değerdir. Öte yandan bunların yanına; “devrim düşüncesinin askeri kısa yollara indirgenmesi” eleştirisi ise dönem açışından anlamsız kalıyor. Tüm dünyada emperyalistlerin ve tüm gerici faşist iktidarların, soykırıma varan kanlı katliamlarla emekçilere ve halklara saldırıya geçtiği günümüzde, bunlara karşı devrim ve sosyalizm cephesinden bırakalım kitlelerden kopuk askeri eylemlilikleri, dünyada ve Türkiye’de askeri anlamda tek bir tık sesi dahi çıkmıyor. Bugün devrimci güçlere yönelik eleştirimiz, askerileşmeye değil tersine, faşizme ve emperyalizmin saldırılarına karşı eli kolu bağlı durumda beklemeye, devrim mücadelemizin emrettiği boyutta askerileşememeye, devrimin askeri görevlerini unutmaya dönüktür. Bugünün dünyasında devrimcilik siyasal yelpazenin en aşırı ucunu işaret etmektedir ve tüm dünyada devrimciler daha fazla “aşırı”laşmak zorundadır.
Ali Ergin Demirhan[5], Saray’ın tüm düzen karşıtı güçler açısından stratejik hedef haline geldiğini, bunun devrimci bir siyasi iradeyi gerektirdiğini, bu boşluğu “devrimcilerin doldurması” gerektiğini ifade ediyor. Bunun da isyanın içinde ve isyanın örgütünü yaratarak gerçekleştirmeyi sosyalist hareketin devrimci kesiminin görevi olarak koyuyor. Değerlendirmeleri boyunca A. E. Demirhan, Saray faşizmine karşı mücadeleyi doğru bir perspektife oturtturuyor. Ancak dönemin taktiğini somutlamıyor ve bu konuda sosyalist hareketin iradi müdahalesini zamana havale ediyor, daha doğru bir ifadeyle kendiliğindenliğe bırakıyor; haliyle sosyalistlerin önüne dönemin taktiği olarak somut iktidar hedefi koymuş olmuyor. İktidara alternatif olacak bir güç birliği ve cepheye uzak konumumuz üzerinden olması gerekeni ifade etmiyor; olabilene teslim oluyor. Faşizme karşı mücadeleyi gerçekten hedefleyen devrimci ve sosyalist hareket, adım adım hem toplumsal dinamiklerin ve kesimlerin birliği için gereken siyaseti ve araçları yaratmak hem de bütün siyasal dinamikleri, sadece solun değil, faşizme karşı olan tüm güçleri birleştirecek siyasal taktikleri düşünmek ve yaratmak zorundadır.
Bu dosya kapsamında şimdiye kadar yayımlanan tüm görüşler, farklı açılardan döneme ilişkin devrimci görevleri tartışıyorlar. Tümü üzerinden bir muhasebe yapmak gerekir ama burada ancak sınırlı sayıdaki görüşlere kısa göndermeler yapmakla yetinmek durumundayım. Görüşlerin tümü üzerinden devrimci ve sosyalist hareketin genel bir muhasebesini yapmak gerekiyor. Bu belki başka bir yazının konusu olabilir; ama her koşulda bu tartışmayı derinleştirerek sürdürmek, ortak mücadelemizin güçlenmesine hizmet edecektir.
Günümüz Marksistleri, dünya çapında yükselen kitle isyanlarının gerisinde kalmış, yüzyıl önceki amentüleri tekrarlamakla yetinmiştir. Yeni bir yükseliş için, teorik dogmatizme karşı mücadele, başa alınmalıdır. Önümüzde duran güncel strateji sorunu, her şeyden önce, hemen tüm ülkelerde, yıllanmış diktatörleri deviren, hükümetler yıkan, sarayları ateşe veren, bu yeni güçlerle nasıl ilişkilenileceğidir. Onların devrime nasıl kanalize edileceği, nasıl örgütlenip yönlendirileceği sorusu, tüm komünizm ve devrim iddiasında olan örgütlerin önünde duruyor. Bu isyanlar, sarayları yakıyor, diktatörleri yıkıyor. Ancak bu yüksek ve şiddet yüklü kendiliğinden öfkenin, kalıcı ve devrimci sonuçlar doğurması, yeni bir örgüt ve mücadele tarzını zorunlu kılıyor.
Stratejinin yenilenmesi en başta örgütün yeniden kurulması demektir. Örgüt sorununu klasik ve kitabi bakıştan kurtarıp, verili dünya gerçekliği içinde kavramak zorundayız. Siyasetin burjuva anlamda dahi tüm yasallıklarını yıktığı; emperyalizmin ve siyonizmin ellerindeki muazzam boyutlarda şiddet araçlarıyla, direnen tüm güçleri ülkeleriyle birlikte yerle bir ettiği; klasik silahların yerini füzelerin aldığı; devletlerin birbirlerine siyaset dili olarak nükleer de dahil yüksek teknolojili silahları konuşturduğu böyle azgın bir şiddetin söz konusu olduğu bir dönemde, örgüt ve strateji sorununu tartışıyoruz. Bir örgüt gerekiyorsa ve kalıcı olacaksa, kitaplardan ve klasik modellerden çıkıp gelmeyecek, bu cehennemi koşullarda ve verili durumdaki siyasal, sınıfsal çelişkilerin, var olan toplumsal potansiyelin, insan ve örgüt malzememizin içinden çıkacaktır. Var olan örgütler ve tüm dünya devrim güçleri, tam teşekküllü şekilde emperyalizme ve faşizme karşı savaşmayacak; mevcut örgütler kendilerini bu ölümcül koşullara göre yeniden kurarak, olan devrimci potansiyelle faşizme ve gericiliğe karşı savaşıma cesaret edebilirse, adım adım mücadelemizin ihtiyacı olan örgüt doğacak. Materyalist isek sorunu böyle anlamak zorundayız. İdealist, subjektivist olan ise kendi hayal dünyasındaki modeli, bu koşullara dayatmak için çırpınacaktır. Büyük toplumsal isyan ve ihtilaller, sosyal bir silah gerektirir. Bugün de bu mücadeledeki en büyük ve vazgeçilmez silahımız, komünist partidir; ama 100 yıl öncesinin değil, bir model veya kurmaca değil, bugünün dehşete dönmüş çelişkileri içinden doğacak savaşan bir komünist partidir.
Türkiye’de hemen tüm devrimci örgütler, güncel devrim mücadelesinde bütün yapılamayanları ve yapılması gereken tüm görevleri getirip işçi sınıfının kazanılmasına bağlıyorlar; sınıfı kazanamazsak hiç bir şey yapamayız diyorlar. Bu anlayış 1900 başlarındaki ekonomizmden daha geri bir oportünizm, özcü ve kaderci bir anlayıştır. Marksizm’de böyle özcü bir sınıf ve öncü tanımı yok, bu sınıf mistifikasyonu 2. Enternasyonal’e aittir. Marksizm’de ve devrim mücadelesinde, işçi sınıfının öncülüğü tartışılmaz bir yerde durmaktadır. Öte yandan bu, her koşulda işçilere verili bir özellik değildir; ancak sınıflar savaşı içinde ve iktidar mücadelesi sürecinde işçi sınıfı öncülüğü kazanır. Bu anlamda, işçi sınıfı zaten ana gövdesiyle tüm dünyadaki kitlesel çatışmaların içindedir ve mücadele sürecini her anlamda güçlendirmektedir, sadece öncü rolünü oynayacak ideolojik bilinç ve örgütlülükten yoksundur.
Bugün bu güncel ekonomist oportünizm “sınıf körlüğü” olarak ağırlaşarak sürüyor, devrimci dinamikleri küçümsüyor ve asıl olarak devrimci ataklara körleşiyor, devrimci çıkışları engelliyor. Devrimci çıkışları küçümserken sınıfçılık adına olmayan hayaller kuruyor. En belirgini, her toplu sözleşme döneminde yıllardır “Metal Fırtına” üzerine halüsinasyonlar kurulmasıdır. Fırtına bir yana, ortada esinti bile yok; olan bu kesimin sınıfsal talepler değil lonca çıkarları için patronlarla giriştiği pazarlıktan ibarettir. Ayrıca bu işçilerin öncüleri, bilinçli dinci ve milliyetçi eğilimliler ve ana gövdeleriyle AKP ve MHP destekçileri. İşçi sınıfının bu kesimi, hemen bütün ülkelerde sağ, muhafazakar gerici partileri destekliyor. ABD’de Trump, geçen dönem İngiltere’de Boris Johnson işçilerin desteğiyle kazandı. Metal işçilerinin elbette direnişçi ve ilerici kesimleri de vardır. Metal Fırtına, daha çok Bursa’daki işçiler belirtilerek dillendiriliyor ve Bursa’daki eylemlilikler ise söylediğimiz gibidir.
Dünyada daha önce görülmedik şeyler yaşanıyor, dünya Marksistlerinin tüm dikkatini gerektiren gelişmeler yaşanıyor; son 5-10 yılda 50 tane ülkede, hiçbirinde beklenmedik ortalığı yakıp yıkan ayaklanmalar oldu. Daha önce bu boyutta, sertlikte ve kitlesel zincirleme olaylar yaşanmadı. Dünya Marksistleri, bu gelişmeleri hala tam anlamlandıramadı, hatta gereken önemde devrimci bir analizini yapamadı. 1960 sonlarında dünyada Maoculuğun en yükseldiği dönemdeki sloganının bir bölümü gerçek oluyor; “Halklar devrim istiyor”. Dünya için bu girişle yetinelim.
Tüm Türkiye’de yeni gençlik çeteleri konuşuluyor, bu öyle böyle bir iş değil; gençlikteki çeteleşme, adları bilinen onlarca gruptan ibaret değil, bütün büyük şehirlere ve tüm Anadolu’ya -illere ve ilçelere kadar- yayılmışlar. Bunlar devlet mafyaları değil, üslendikleri varoşlarda bekçi, polis gibi en alt düzey unsurlarla ilişkileri olabilir ama devletin koruyup kolladığı çeteler değil. Bu yeni bir semptomdur ve devrimci bir gözle okumaya tabi tutulmalıdır.
Bu semptoma düzenin gözüyle bakarsak farklı, devrimci gözle okursak farklı şeyler görürüz. Sadece gençlik çeteleri değil bir dönem Muharrem İnce’nin bugün Zafer Partisi’nin peşinden gidenler de dahil gençliğin bir kesimi bu sisteme itiraz ediyor; bir anlamda bu sisteme silah çekiyorlar ve bu sisteme karşı savaşmaya, ölmeye hazır bir kuşağın varlığını gösteriyor. Bunu anlamak lazım. Bu sistemin boğduğu gençlik, başka bir alternatif göremediği için başkaldırısını bu tavırlarla gösteriyor. Clara Zetkin, faşizm için “komünistlerin günahlarının bedelidir” diyor. Zetkin’in bu sözünü, varoşlar gençliği için de söyleyebiliriz; varoşlardan yükselen bu gençlik çeteleri, Türkiye devrimci hareketinin (TDH) günahının kefaretidir. Solun geniş kesimi, düzene itirazını bu kadar sert ortaya koyamıyor. Bu sokak çetelerinden hiçbir şey anlamıyorsak, en azından devletin bütün kontrol mekanizmalarına rağmen faşist saldırılara anladıkları dilden cevap verilebileceğini, şehirlerde militan güçlerin üstlenebileceğini, devrimci savaşım için hiçbir dönemde olmadığı kadar derin mevzilerin ve kadro adaylarının olduğunu gösteriyor.
Başka bir semptom, bir burjuva partisi, devlet partisi, solun sloganlarını kullanarak kitleleri kontrollü de olsa sokağa çağırıyor ve bu çağrılar, geniş kitlelerden çok yoğun destek buluyor. Buradaki gariplik, aylardır süren bu kitlesel mobilizasyonu bir adım ileri taşımak bir yana, sol hareket seyirci durumda bekliyor. Büyüyen devrimci öfkeyi devlet partisine terk etmiş ve bundan rahatsız değil.
Türkiye ve........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Robert Sarner
Mark Travers Ph.d
Andrew Silow-Carroll
Constantin Von Hoffmeister
Ellen Ginsberg Simon