Muğla’da pandeminin yarattığı bir direnişin kökleri: Muğla Kadın Dayanışma ve Danışma Derneği
Muğla Kadın Dayanışma ve Danışma Derneği, pandemi sürecinde derinleşen toplumsal eşitsizliklere, kadın cinayetlerine ve artan erkek şiddetine karşı yan yana gelen kadınların mücadelesiyle doğdu. Zeynep Şenpınar ve Pınar Gültekin’in vahşice katledilmesiyle görünür hâle gelen patriyarkal şiddet, kadınları bir araya gelmeye, sokakları, adliye önlerini ve meydanları dayanışmayla yeniden sahiplenmeye yöneltti. Kapanmaların, izolasyonun ve baskının arttığı bir dönemde kadınlar, yalnızca yaşamak için değil, güvende hissetmedikleri bu kenti dönüştürmek için de örgütlenmeye başladı. Parklarda, mahkemelerde, sokaklarda yürütülen tartışmalar, paylaşılan deneyimler ve kolektif direniş, zamanla bir dernekleşme sürecine evrildi. Bugün Muğla Kadın Dayanışma ve Danışma Derneği, kadınların birbirine güç verdiği, mücadele ettiği ve yaşamlarını savunduğu bir feminist dayanışma alanı olarak varlığını sürdürüyor.
COVID-19 pandemisi, yalnızca bir sağlık krizi değil, aynı zamanda toplumsal, ekonomik ve politik yapıların kırılganlıklarını gözler önüne seren bir olay olarak tarihe geçti. Bu kırılgan yapılar arasında, toplumsal cinsiyet eşitsizliği ise pandeminin hem yayılmasına hem de etkilerinin derinleşmesine neden olan önemli bir faktör olarak öne çıktı.
Pandemiyle birlikte gelen krizler, cinsiyet eşitsizliğinin yarattığı çok boyutlu krizlerle birleşerek bulaşıcı hastalıkların kontrol altına alınmasını zorlaştırmıştır. Özellikle sağlık hizmetlerine erişimde yaşanan ayrımcılıklar, kadınların ve “marjinalleşmiş grupların” yeterli bakım alamamasına yol açmış, bu da cinsiyet eşitsizliğine maruz kalan grupların daha fazla risk altında kalmasına neden olmuştur. Dünyanın birçok yerinde kadınların sağlık hizmetlerine erişiminin kısıtlı olması, salgın hastalıkların yayılma riskini artırmakta.
Sağlık ve bakım sektöründe çalışanların büyük kısmını kadınlar oluşturmakta; bu sektörlerdeki düşük ücretler, uzun çalışma saatleri ve yetersiz koruma önlemleri, kadınların sağlığını tehlikeye atarken pandeminin şiddetini de artırmıştır. Cinsiyet eşitsizliği nedeniyle kadınlar, yüksek riskli pozisyonlarda çalışırken yeterli desteği alamamış, bu da krizin etkilerinin derinleşmesine yol açmıştır.
Toplumsal cinsiyet eşitsizliği, sadece sağlık hizmetlerini değil, bilgiye erişimi ve kriz yönetimini de etkilemektedir. Geleneksel toplumsal cinsiyet rolleri, kadınların eğitim ve bilgiye erişimini kısıtlayarak sağlık farkındalığını azaltmış ve kriz dönemlerinde kadınların bedenleri üzerindeki kontrollerini zayıflatmıştır. Kadınların karar alma süreçlerinden dışlanması, toplumsal cinsiyet perspektifine duyarlı politikaların geliştirilmesini engellemiş, bu da pandeminin yarattığı tahribatı genişletmiştir.
Kadınların ekonomik bağımlılığı ve yapısal eşitsizlikler, COVID-19’un yoksulluk, işsizlik ve güvencesizlik gibi etkilerini daha da ağırlaştırmıştır. Yetersiz sosyal güvenlik sistemleri ve kadın emeğinin görünmez kılınması, krizin ekonomik sonuçlarını derinleştirmiştir. Bu bağlamda, COVID-19’un aniden ortaya çıkan bir felaket değil, yıllardır süregelen eşitsizliklerin tetiklediği bir kriz olduğunu söylemek mümkündür.
Pandemi, toplumsal cinsiyet normlarının katılaşmasına ve kadınların şiddet riskiyle karşı karşıya kalmasına da neden olmuştur. Kapanma dönemlerinde kadınların evde daha fazla zaman geçirmesi, birçok kadın için güvenli bir sığınaktan ziyade şiddet gördükleri bir hapishaneye dönüşmüştür. Destek hizmetlerinin aksaması ve sığınma evlerine erişimin kısıtlanması, kadın kırımlarının artmasına yol açmıştır. İstatistikler, pandemi sürecinde kadına yönelik şiddetin arttığını ve kadınların korunmasız kaldığını göstermektedir. Bu krizle mücadele, sadece virüse karşı değil, kadınların yaşam hakkını savunmak ve toplumsal eşitsizlikleri gidermek için sürdürülebilir politikalarla da devam etmelidir.
Kadınların varoluş mücadelesi, tarih boyunca yalnızca hak talebiyle değil, bizzat yaşamlarını savunmak için de verildi. Cadı avlarından modern hukuk sistemlerindeki erkek egemen düzenlemelere, sanayi devriminde sömürülen kadın emeğinden savaş ve kriz dönemlerinde yok sayılan kadınlara kadar her çağ, kadınları sindirme ve kontrol altına alma mekanizmaları üretti. Ancak her baskı, yeni bir direnişi doğurdu. Türkiye’de her gün yaşanan kadın cinayetleri ve artan erkek şiddeti, bu tarihsel eşitsizliğin en yakıcı yansımalarından biri. Devletin erkek şiddetini meşrulaştıran yasaları da bunun bir parçası. TCK 103-105 maddelerinin pandeminin gölgesinde alelacele değiştirilmeye çalışılması, erkek egemen düzenin krizleri nasıl bir fırsata çevirdiğini açıkça gösterdi. Simone de Beauvoir’ın “Kadın doğulmaz, kadın olunur” sözü, kadınların varoluş mücadelesinin doğuştan değil, bu sistematik baskıya karşı durarak şekillendiğini bir kez daha hatırlatıyor.
Pandeminin aşağı yukarı ikinci ayında milli boksör Selim Ahmet Kemaloğlu tarafından öldürülen Zeynep Şenpınar öldürülmeden hemen kısa bir süre önce katil hakkında şiddete uğrayıp şikayetçi olmuştu. Pandemiye bağlı kapatılma katilin tehditleri sonrası güçlü hissetmediği ataerkil devlet düzeninde şikayetinden vazgeçmek zorunda bırakılmıştı. Bu süre zarfında koruma tedbirleri uygulanmamış ve Zeynep Şenpınar göz göre Katil Ahmet Selim Kemaloğlu tarafında vahşice katledilmiştir. Yalnızlaştırılan kampüslerde aile içindeki şiddete ve kapatılmaya geri dönmek istemeyen öğrencilerin sayısı çok azalmış, Kampüs nüfusunun ekseriyetle sağlık bölümlerinde okuyan öğrenciler ve şiddet sarmalına dönmek istemeyen bireylerden oluşan sadece yüzde 20’si Zeynep in sokak ortasında -pandemi öncesinde en işlek olan mahallede- sesini kimseye duyuramadan yaşamdan kopartılması ile sonuçlanmıştı.
Ardından, Pınar Gültekin’in vahşice katledilmesi,........
© sendika.org
