menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Üç tarz-ı siyaset ve komünist yol

13 11
19.08.2025

“Terörsüz Türkiye”nin bir devlet projesi olarak, devlet-Öcalan ikilisinin inisiyatifinde başlatıldığı açık. Şişeden çıkarılan cinin öngörülen rotayı izlemesi ise pek olası görünmüyor.

Proje ya da “süreç”in mayalandığı koşulları kısaca ve hızlıca sayalım.

Bir: Dünya çapında sürmekte olan emperyalist hegemonya ve giderek şiddetlenen yeniden paylaşım kavgası, Ortadoğu ve Avrasya’da İsrail’in tetikçiliğinde dayatılan “Amerikan Barışı” olayın jeopolitik çerçevesini çiziyor. Çin ve Rusya, doğrudan olmasa da çeşitli biçimlerde taraflar[1]. Hindistan’dan Azerbaycan’a onlarca devlet, cihatçı çetelerden aşiretlere irili ufaklı onlarca aktör hareket ve çatışma halinde. Irak’ta istikrar ve düzen kurulamıyor. Suriye enkazını, HTŞ-Colani eliyle yeni bir üniter devlet altında toparlamak neredeyse imkânsız. Bu koşullarda iğreti Amerikan Barışı’nın sürmesi, Ortadoğu’da barışçıl yollardan yeni bir düzen kurulması mümkün görünmüyor. Tek cümleyle özetlersek, bu coğrafyada egemen eğilim, ne yazık ki, düzen ve barış değil, belirsizlik ve boğazlaşmadır.

İki: Erdoğan Türkiye’si, kesin ve artık geri dönüşsüz bir netlikle ABD-AB-NATO-İsrail tarafında konumlanmıştır. Yalnızca Ortadoğu’da değil, Doğu Akdeniz, Karadeniz ve Kafkaslarda Azerbaycan ile el ele bu emperyalist kutbun bölge stratejisiyle uyumlu, savaşçı bir “dış” siyaset izliyorlar.

Üç: Erdoğan’ın Kürt başlığını toplumsal muhalefeti Kürtlük-Türklük ekseninde bölerek iktidarını sürdürme stratejisinin araçlarından biri olarak kullanmak istediği açıktır. Türkiye’yi seçme-seçilme hakkı dahil tüm siyasal hak ve özgürlüklerin yok edildiği totaliter bir İslam devletine dönüştürmek için iktidar blokunun takviye edilmesi, bunun için de en azından Kürtlerin bir bölümünün desteğinin kazanılması ya da tarafsızlaştırılması gerekiyor. Dolayısıyla, “Terörsüz Türkiye” yalnız ülke çapında toplumsal muhalefetin bölünmesini değil, Kürt hareketinin bölünmesini de amaçlıyor.

Dört: Türkiye, Irak, Suriye ve İran’a dağılmış 40-50 milyon civarındaki otokton/yerleşik nüfusu ve diasporasıyla Kürtlük, kendi içinde, farklı sınıfsal ve ideolojik öğeler, örneğin, “Büyük Kürdistan”ı amaçlayan ilkel milliyetçi, İslamcı, İsrail yanlısı oluşumları da barındırıyor. Bu çerçevede, Kürtlüğü ve Kürt siyasal hareketini Öcalan-PKK’sinden ibaret görmek doğru değil. Öte yandan, sürümdeki süreçte asli taraf olan, ağırlık koyan, inisiyatifi geliştiren bu harekettir. Mevcut tablodaki en katmanlı dinamik olarak kendisi için ve kendisinden öte çözümler dayatıyor. Kurucuları, önderleri, geniş bir coğrafyaya yayılan milyonlarca üyesi, taraftarları ve destekçileriyle ağırlığını yoksul, mülksüz kent ve kır emekçilerinin oluşturduğu, kadınları siyasetin ön sıralarına taşımış seküler bir halk hareketidir.

Beş: Öcalan’ın mahpusluk ve tecrit koşulları nedeniyle İmralı’da eşit taraflar arasında bir müzakere yürütülmüyor. Metinleri, açıklamaları değerlendirirken bunu hep akılda tutmak gerekiyor. Devlet-Öcalan ilişkisinin buna rağmen “dikte eden-kabul eden” yalınlığında yol almadığını anlıyoruz. Bir kez, tarihsel ve küresel/konjonktürel boyutlarıyla Kürt ve Türkiye sorunlarını o masaya sığdırmak, o masada çözmek mümkün değil. Sığmaz ve sığmıyor. İkincisi, Öcalan’ın, siyaseti her koşulda reel güç ilişkileri üzerinden okuyan ve yürüten pragmatik siyaset tarzı ile hareketin geniş bir coğrafyada örgütlü özgücü -bu iki etken bir arada- Kürt siyasal hareketine geniş ve almaşıkları olan bir hareket alanı sağlıyor.

Soruna tarih/zaman, sınıf ve sınır bilinciyle yaklaşmak gerekiyor.

Tarih bilinci, geçmişin bugünü kuran, ama aynı zamanda eskiyen, dönüşüp başkalaşan öğelerini ayırt etme, geçmişten süzülüp gelenlerle yeni ve dinç dinamikleri amaç yolunda seferber etme gücü verdiği için önemlidir.

Yaşanmış tarihin herhangi bir uğrağına dönerek bugünkü sorunlara çözüm bulmak ise olanaksızdır.

Örnek olsun, ABD’de Trump yönetiminin özellikle ekonomik cephede gerileyen ABD hegemonyasını ihya etmek üzere başvurduğu gümrük duvarlarını yükseltme yönelimi, karşılaşılan sorunu geriye, merkantilist dönemlere dönerek tersinden çözme girişimidir. Hiçbir geleceği ve kalıcılığı yoktur. Bunun gibi, önümüzde Kürt sorununu “Osmanlı millet sistemi”ne dönerek çözmek türünden bir seçenek de yoktur.

Bana göre, sınıf mücadelesi teorisi yalnız tarihi değil, bugünü anlamanın da anahtarıdır. Sürecin en önemli handikaplarından biri, neredeyse tüm siyasal taraflar açısından sınıf gerçekliğinin ve mücadelesinin yok sayılmasıdır. Buna döneceğim.

Günümüz hegemonya ve yeniden paylaşım savaşlarının temelinde, sermayenin küresel hareketi ile ulus-devletler gerçekliği arasındaki uzlaştırılması giderek olanaksız hale gelen çelişki, onun temelinde de hiçbir devletin, hiçbir sermaye öbeğinin dışına çıkamayacağı ileri derecede tümleşik dünya pazarı gerçekliği var.

Küresel sermaye-ulus devlet çelişkisinin süreç bağlamında bizi yakından ilgilendiren yansıması, son 30-35 yılda Yugoslavya, Afganistan, Irak, Libya, Suriye vb. örneklerinde görüldüğü gibi birçok ulus devletin parçalanıp çökertilmesi, kimi devletlerin de Yunanistan örneğinde olduğu gibi “şube devletçik”lere dönüştürülmesidir. Bugünkü dünya, Sovyetler Birliği’nin olduğu yüzyıl önceki dünyadan çok farklıdır. Ezilen uluslara emperyalizmden bağımsız devletler olarak var olma, yaşama olanağı sunan koşullar önemli ölçüde ortadan kalkmıştır. Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH), Self-Determinasyon ulusal soruna her durumda çözüm sunan bir anahtar ilke olmaktan çıkmıştır.

Ulus devlet, insanları, din ve inanç temelli kullar olmaktan çıkarıp belli bir coğrafyada yurttaş ve yasa önünde eşit bireyler olarak yaşayacakları bir “vatan”da buluşturmuş, ama ne uluslara ne de yurttaşlara özgürlük sunabilmiştir. Sınırda kapitalizm, ulusları bağımsızlaştırma potansiyelini de yitirmiştir.

Başat çizgilerini özetlemeye çalıştığım koşullarda Türkiye’deki tüm siyasal akım ve eğilimler yeniden biçimlenip kümeleniyor.

Yusuf Akçura, 1904’de yazdığı Üç Tarz-ı Siyaset[2] başlıklı makalesinde, Osmanlı’nın son döneminde imparatorluğun önündeki siyasal seçenekleri Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük olarak saymıştı. Şimdi, 121 yıl sonra, yeni bir yol çatısında “hangi siyaset tarzı?”, “hangi Cumhuriyet?” sorularıyla yüz yüzeyiz.

23 yıllık Erdoğan iktidarının Türkiye’yi getirdiği yeri, tam olma iddiası taşımadan birkaç cümleyle özetleyelim: Tükettiği kadar üretemeyen, sanayisizleşen, ekonomisi küresel finans merkezlerine, siyaseti ABD ve AB’ye bağımlı, küreselleşip semirmiş tekelci sermayenin ulusal gelirden aslan payı aldığı, tarikatların holdingleştiği, yolsuzluk ve kayırmacılığın gemi azıya aldığı, bölüşüm şoklarıyla emekçilerin beslenemez/geçinemez duruma geldiği, toplumu bir arada tutan ideolojik-kültürel bağların inceldiği, kamusal hizmet ve kâğıt üzerinde olsun hukuk eşitliği işlevleriyle devletin çözüldüğü, Erdoğan için yolun sonunun göründüğü, devrimci koşulların olgunlaşmakta olduğu bir ülke.

Erdoğan’ın başladığı işi tamamlamak ve erkteki ömrünü uzatmak üzere belirlediği tarz-ı siyaset üç sütun üzerinde yükseliyor.

Bir: Alt-emperyalistleşme, silahlanma ve savaş. Türkiye, 86 milyona yaklaşan nüfusuyla, sermaye ihraç eden “yerli” küresel sermayesiyle, üretim ve tüketim kapasitesiyle, eğitimli/ucuz emek ve asker gücüyle, son yıllarda silah sanayiinde kat ettiği yolla ve en önemlisi stratejik coğrafi konumuyla hegemonya ve paylaşım savaşı içindeki büyük güçlerin hesaba katmak zorunda oldukları önemli bir ülkedir. Bunun farkında olan AKP iktidarı, ABD-AB uydusu ve taşeronu alt-emperyalist bir rol için hem emperyalist büyük güçleri hem de Türkiye’yi kıvama getirmeye çalışıyor. Rusya ve İran karşıtlığı, Avrupa’ya göçe karşı dalgakıranlık, “Avrupa güvenliği”nin koçbaşı olmaya gönüllülük bu çerçevede Erdoğan Türkiye’sinin emperyalist merkezlere sunmaya hazır olduğu ek hizmetlerdir. “1000 yıllık kardeşlik”, “birlikte büyük ve güçlü Türkiye” bu siyasetin halka dönük propaganda söylemleridir. Etkisiz oldukları söylenemez.

Yukarıda saydığımız avantajlarına........

© sendika.org