Türkiye solunda renk körü eşitlik ve özgürlük anlayışı
Her yıl bu ülkenin meydanları bayraklarla, marşlarla, çocuk şenlikleriyle dolar. 23 Nisan’da “ulusal egemenlik”, 19 Mayıs’ta “gençlik ve özgürlük”, 30 Ağustos’ta “Zafer Bayramı”, 29 Ekim’de ise “Cumhuriyet” coşkusu kutlanır. Ama ertesi gün, o gürültünün gölgesinde başka tarihler sessizliğe gömülür: 24 Nisan’da Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin yok edilen hayatları anılmaz. Pontus halkının sürgünü, kırılmış haçların ve yıkılmış kiliselerin izi Cumhuriyet marşlarının ritminde kaybolur.
Bu unutma yalnızca devletin resmi politikası değildir; solun büyük bir kısmı da aynı sessizliği paylaşır. Halkı savunduğunu söyleyen sol partiler, örgütler ve gazeteler, “halk” derken aslında yalnızca Müslüman Türkleri kasteder. Ermeniler, Süryaniler, Rumlar — bu topraklarda doğmuş, emeğiyle yaşam kurmuş halklar — o “biz” tanımına hiç dâhil edilmez.
Solun dilinde en çok yankılanan kelimeler — eşitlik, özgürlük, adalet — bu toprakların susturulmuş halklarına hiç ulaşmamıştır. Sanki bu coğrafyada yalnızca Türk ve Müslüman emekçiler yaşamış; sanki bu ülkenin hafızası tek sesli, tek renkliymiş gibi anlatılmıştır. Oysa şu sorular hâlâ önümüzde duruyor: Bu ülkenin işçileri yalnızca Türk ve Müslüman mıydı? Hiç mi Ermeni bir demirci bu atölyelerde körüğünü yakmadı; hiç mi Süryani bir taş ustası bu topraklarda evler, kiliseler, köprüler inşa etmedi; hiç mi Rum bir balıkçı ağını bu denizlere sermedi; hiç mi Ermeni bir ipekçi tezgâhını kurmadı; hiç mi Süryani bir çiftçi bu bağlarda üzüm toplamadı? Bu emeklerin tümü, bu toprakların gerçek hafızasını taşıyordu; ama solun ‘halk’ dediği tanımda bu emekçiler hiçbir zaman olmadı.
Solun hafızasında bu sorulara yer verilmedi; cevaplar bilinçli olarak susturuldu. Çünkü onların ‘birlik’ dediği, kapısından haç taşıyan halkların dışlandığı eksik bir birlikti; ‘vatan’ dedikleri ise mezar taşında haç olan evlatların yok sayıldığı bir vatandı.
Bu yazı, solun görmezden gelmeyi tercih ettiği bu hafızayla yüzleşmenin artık ertelenemez olduğunu hatırlatmak için kaleme alındı.
Hafıza, yalnızca hatırlananların toplamı değildir; aynı zamanda neyin unutulacağına dair kurumsal ve kültürel tercihlerden oluşur. Ricoeur, hatırlama ile unutma arasındaki karşılıklı ilişkiyi açarken, seçici hatırlamanın tarih anlatısının bizzat dokusuna işlendiğini; kimi olayların “aşırı hatırlanırken” kimilerinin kamusal bilinçten dışlandığını belirtir [1]. Bu dışlama, bireysel bir dalgınlık değil, siyasal-toplumsal bir mekanizmadır: hatırlamanın siyasetidir.
Trouillot, “tarihin üretimi”nin her aşamasında sessizlikler yaratıldığını; arşivde, anlatıda ve yorumda açılan bu boşlukların iktidar ilişkilerinden beslendiğini belirtir. Suskunluk bu nedenle masum bir eksiklik değil, iktidarın biçimidir: Kimi sesler kayda geçirilir, kimileri dışarıda bırakılır. Böylece “hafıza boşluğu” sistematikleşir [2].
Ulus kurucu tahayyüllerin merkezinde de bu mühendislik vardır. Renan’ın ifadesiyle, ulus büyük ölçüde ortak unutma ve “tarihsel yanılgılar” üzerine inşa edilir: Uygun görülen geçmişler parlatılırken, “rahatsız edici” hatıralar susturulur [3].
Assmann ve Connerton bu kurumsallaşmayı iki düzeyde tarif eder: Pasif unutma değil, aktif ve amaçlı silme (adlandırmama, görmezden gelme); ve bunu taşıyan ritüeller ile anmalar. Ne hatırlanacağı, kimin anılacağı, hangi mekânların kutsanacağı bu yolla belirlenir. Unutma, takvimler ve semboller üzerinden bedenselleştiğinde, hafıza siyaseti bir inkâr rejimine dönüşür [4,5].
Burada sorumuz netleşir: Bir hafıza ne zaman inkâra dönüşür?
O andan itibaren unutma artık bir “ihmal” değil, yapısal inkârdır.
Türkiye bağlamında 1915’e dair seçici hatırlama/unutma tam da böyle işler: Öldürme ve sürgünün ötesinde, mülksüzleştirme ve kamusal yok sayma bugünün siyaset dilinde de normalleştirilmiştir. Akçam, Osmanlı iç yazışmalarına dayalı çalışmasında imha ve tenkilin devletsel rasyonaliteyle nasıl iç içe geçtiğini; Üngör ise “iktisadî milliyetçiliğin” parçası olarak mülke el koymayı nasıl kurumsallaştırdığını ortaya koyar [6-8]. Unutma, burada yalnızca geçmişe ait değildir; bugünün iktisadî ve sembolik düzenini taşıyan süreklilik mekanizmasıdır.
Göçek, inkârın toplumsal-psikolojik mimarisini çözümlerken, kuşaklar boyunca devlet-toplum ilişkilerinde yeniden üretilen inkârın repertuarlarını (dilsizleştirme, tersine çevirme, nedensizleştirme) detaylandırır. Bu repertuar, yalnızca “resmî” söylemi değil; muhalefetin büyük bir bölümünü de içerir. Böylece inkâr, siyasal yelpazenin farklı uçlarında dil değiştirerek varlığını sürdürür [9].
Tam bu noktada, “eşitlik ve özgürlük”ü renk-körü bir soyutlama olarak kuran söylemler görünüşte evrensel, fiiliyatta dışlayıcıdır. Fraser’ın tanımladığı tanınma/yeniden-dağıtım gerilimi ile Bonilla-Silva’nın renk-körü ırkçılık kavramsallaştırması birlikte okunduğunda şu açığa çıkar: kimliksel ve tarihsel ezilmişliği “ikincil” sayan eşitlikçilik, eşitliğin kendisini sabote eder. “Sınıf” adına kimliksel yarayı görünmez kılan bir dil ise, hafızayı adalet yerine inkâra dönüştürür [10-12].
Sonuç olarak, hafıza üç durumda inkâra dönüşür:
Bu suskunluk, yalnızca devletin resmî anlatısına özgü değildir; Türkiye solunun en çok sahiplendiği kavramlar — eşitlik, özgürlük, adalet — bu toprakların susturulmuş halklarına hiçbir zaman ulaşmamıştır. Kimin hatırlanacağına, kimin unutulacağına bayramlar, anmalar ve semboller üzerinden çoktan karar verilmiştir. Bu seçici hafıza, solun “evrensel” iddiasını fiiliyatta içeriden boşaltır; eşitlik çoğunluğun ayrıcalığına indirgenmiş, özgürlük ise yalnızca belirli kimliklere içkin kılınmıştır. İşte bu noktada sormak gerekir: Türkiye solu gerçekten kimin eşitliğini ve kimin özgürlüğünü savunmaktadır?
Bu makalenin geri kalanı, işte bu eşiği —hafızadan inkâra geçişi— Türkiye solunun tarihsel ve güncel pratikleri üzerinden tartışacak; “eşitlik, özgürlük, adalet”in gerçekten kimin adına söylendiğini sorgulayacaktır.
Türkiye’de sol, uzun yıllar boyunca kendisini “ahlaki üstünlük” söylemi üzerinden tanımladı: Eşitlikçi, halkçı, özgürlükçü. Ancak bu evrensellik iddiasının zemini, tarihsel olarak Hıristiyan halkların sistematik dışlanması üzerine inşa edildi. Solun bu kör noktası, yalnızca devletin resmi ideolojisinin gölgesinde değil; solun bizzat kendi kurucu paradigmasının içindeydi. İşçiyi sadece “sınıfıyla” tanımlayan bu yaklaşım, işçinin annesinin dili, babası için dikilen mezar taşını ve halkının yaslarını tarihin dışına itti.
Peki bir işçi yalnızca işçi midir? Onu yalnızca sınıfıyla tanımlamak yeter mi? Onun da bir tarihi, annesinden miras kalan dili, babasının toprağa düştüğü mezar, halkının taşımaya devam ettiği yas yok mudur? Hafızasının yükü, yaşadığı emeğin bir parçası değil midir? Dili, hafızası, yası yok sayıldığında emek gerçekten bütüncül kavranabilir mi?
Süryani işçiyi görmedi örneğin. Zanaatkârdı, taş ustasıydı, fırıncıydı, mevsimlik işçiydi. Ama görünmezdi. Çünkü onun dili Süryaniceydi. Çünkü onun mezar taşında haç vardı. Çünkü onun hikâyesi, “proleter anlatıya” uymuyordu. Sanki bu topraklarda hiç emek vermemişlerdi. Sanki hiçbir fabrikada çalışmamış, hiçbir taş ocağında ter dökmemişlerdi. Terk edilmiş kiliseleri, gasp edilmiş bağları ve susturulmuş şehirleri devrim literatürüne dahil etmedi. Çünkü onlar Müslüman değildi. Çünkü onlar “bizden” sayılmadı. Sol söylemde, sınıfın kimliğin üstünde tutulduğu iddia edildi. Oysa kimliksiz bir sınıf tasavvur edilebilir mi? Soykırımdan sağ kurtulmuş bir halkın torunu ile bir Türk işçisi aynı tarihsel hafızayı, aynı toplumsal yükü mü taşır? Ermeni, Süryani ve Rum işçilerin deneyimi, mezarlıklardan ve yaslardan geçerek taşınmıştı. Peki, evrenselliği sahte, eşitliği seçici, suskunluğu programlı olan bir söylem, gerçekten sol olabilir mi?
Bir ‘biz’ ne zaman gerçekten ‘biz’ olur? Soru, yalnızca solun kendisine değil; Süryani, Ermeni ve Rum halklarını dışarıda bırakarak kurulmuş olan kolektif özne anlayışına da yöneliktir. Çünkü mesele açıktır: Tarihsel olarak susturulmuş halkların hiç yer almadığı bir ‘biz’, gerçekten bir ‘biz’ midir; yoksa çoğulculuk maskesi altında gizlenmiş bir tekillik midir?
Bu dışlama, “tek millet” söyleminin sol içindeki izdüşümüdür. Sol, “tek sınıf” adına işçiyi homojen bir özne olarak kurdu; fakat bu homojenlik, fiilen Türk ve Müslüman işçiye indirgenmişti. Oysa Fraser’ın adalet anlayışı, iki boyutun birlikte varlığını zorunlu kılar: yeniden dağıtım (gelir ve kaynakların adil paylaşımı) ve tanınma (ezilen kimliklerin tarihsel ve kültürel yaralarının kabulü) [11]. Türkiye solunun eşitlik anlayışı ise genellikle yalnızca yeniden dağıtıma odaklandı; tanınmayı —Ermeni’nin, Süryani’nin, Rum’un yasını ve hafızasını— bilinçli olarak dışarıda bıraktı. Çünkü bu hafızanın kabulü, yalnızca bir adalet meselesi değil; aynı zamanda ulusal tahayyülün yarılmasıydı. Sonuç olarak, Türkiye solunun “ahlaki üstünlük” perdesinin arkasında, kimlikleri dışlayan, hafızaları susturan ve Hıristiyan halkları görünmez kılan bir siyasal tercih yatmaktadır.
Türkiye solunun tarih anlatısı, daima “biz nerede başladık?” sorusuna verdiği yanıtla başlar. Ve çoğu zaman bu yanıt, 1920 Bakü’sünde verilir: Mustafa Suphi’yle, 15’lerle, TKP’yle…
Ama o anlatının ilk cümlesinde bir sessizlik ve bir eksiklik vardır. Adı anılmayan biri. Yok sayılan bir başlangıç. Bir suskunluğun üzerine inşa edilmiş bir tarihin dışlanan sesi.
Paramaz.
Paramaz yalnızca bir isim değildir. Bir Ermeni devrimci, bir sosyalist, bir Marksist’tir. Fakat aynı zamanda, Türkiye solunun hafıza rejiminde bilinçli bir tercihle bastırılan; görünmez kılınan; hatırlanması tehlikeli bulunduğu için dışlanan bir figürdür. Bu unutma, basit bir dalgınlık değil; ideolojik bir inşadır: “biz”in sınırlarını belirleyen programlı bir tercihtir.
Paramaz, bu topraklarda sosyalizmin en erken taşıyıcılarından biridir. Fakat onun adı, solun kolektif hafızasında sistematik olarak silinmiştir. Çünkü kimliği, ulusalcı paradigmanın dışında kalıyordu; varlığı, bastırılmış başka hakikatleri de hatırlatıyordu. Onu anmak, yalnızca bir devrimciyi değil; “biz”den dışlanmış bir halkı yeniden “biz”in içine dâhil etmeyi gerektiriyordu.
Türkiye solu, tarih boyunca bu yüzleşmeye hazır olmadığını gösterdi. Çünkü Paramaz’ı hatırlamak, yalnızca bir bireyi değil; bir halkı, bir hafızayı, bir suçu ve ertelenmiş bir adalet talebini hatırlamak demekti. Bu ise solun kendi sessizlikleriyle hesaplaşmasını zorunlu kılacaktı. Paramaz’ı hatırlamak, 1915’i hatırlamaktır; sınıfı yalnızca ekmekle değil, üzerinde haç olan mezar taşıyla, diliyle, yasıyla ve inkâr edilmiş hafızasıyla birlikte tanımlamaktır.
Peki, bir işçinin kimliği yalnızca üretim ilişkileri içinde mi anlaşılabilir; yoksa bu ilişkiler, soykırımdan kurtulmuş bir torunun belleğinde taşınan tarihsel yükle birlikte mi kavranmalıdır?
‘Sınıf’ kavramı bu yüzden güvenli bir çerçeveye çekildi. Ermeni, Süryani ve Rum işçiler “sınıf dışı” sayıldı; bilinçli biçimde görünmez kılındı. Bu basit bir unutma değil; ideolojik bir dışlama, sistematik bir silme pratiğiydi. Çünkü tahayyül edilen sınıf, çoğunlukla Türk’tü, Müslüman’dı; “biz” adı verilen dar kimliğin sınırlarından ibaretti.
Paramaz’ın sesi ise bu tanımın dışından geliyordu. Onun devrim anlayışı yalnızca iktidarı devirmeyi değil; unutmanın, dışlamanın ve sahte evrenselliğin kurduğu hafıza rejimini de yıkmayı hedefliyordu. İşte bu yüzden hafızaya alınmadı. Çünkü hatırlansaydı, bugünkü solun tarihi bambaşka yazılacaktı: Sınıfın sınırları yeniden çizilecek, soykırıma sessiz kalanların adı teşhir edilecekti. Bu yüzleşme, solun ideolojik temellerini sarsma potansiyeli taşıyordu; bu nedenle hakikatin ağırlığı değil, sessizliğin güvenliği ve unutmanın konforu tercih edildi.
Oysa hatırlamak yalnızca kim olduğumuzu bilmek değil; kimleri dışladığımızı, kimleri susturduğumuzu, kimlerin yokluğunu normalleştirdiğimizi görmekle başlar. O hâlde sormak gerekir: Hangi halkların mezarlarını görmezden gelerek eşitlik düşledik? Hangi dillerin susturulması pahasına özgürlük talep ettik? Ve işte tam da bu nedenle, Paramaz’ı unutan bir sol yalnızca bir ismi değil; bir ilkeyi, bir yüzleşmeyi ve adaletin imkânını kaybetmiştir.
Trouillot’nun gösterdiği gibi, tarihte sessizlikler kendiliğinden oluşmaz; iktidar tarafından üretilir [2]. Ancak Türkiye solu da, devletin inkâr dilini kelimesi kelimesine tekrar etmese de, onu kendi ideolojik kalıplarına tercüme ederek aynı sessizliği yeniden üretti. 1915 söz konusu olduğunda, sol literatürde ‘soykırım’ yerine ‘emperyalizmin oyunu’, ‘komprador burjuvazi’ ya da ‘milliyetçi kışkırtmalar’ gibi kavramların öne çıkması tesadüf değildi. Böylece katliam, sürgün ve el koymalar fail odaklı bir tarih anlatısından çıkarıldı; sorumluluk muğlaklaştırıldı, şiddetin siyasal faili görünmez kılındı.
Bu tür söylemler, devletin inkâr rejimini doğrudan sahiplenmeden; fakat onun kör noktalarını yeniden üreterek işlev gördü. Böylece sol, iktidarın sessizliklerini farklı kavramlarla ve farklı ezberlerle sürdürdü. Ricoeur’ün ifadesiyle bu, basit bir unutma değil; ‘hafızanın bastırılması’dır [1]. Türkiye solu bu noktada iki katmanlı bir başarısızlık sergiledi: Bir yandan kendi suskunluğuyla hafızayı bastırdı; öte yandan Ermeni, Süryani ve Rum halklarının tanınmasını reddederek adaletin........
© sendika.org
