menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

1933 Simele Katliamı: Etnik homojenleştirme mirası, Irak’taki kurucu şiddet ve Türkiye’nin dolaylı rolü

10 28
friday

1933 Simele Katliamı, yalnızca Irak devletinin azınlıklarla olan ilk şiddetli teması değil, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’ndan devralınan etnik homojenleştirici zihniyetin Ortadoğu’daki yeni ulus-devletlerde nasıl sürdüğünü gösteren yapısal bir örnektir. Bu çalışma, katliamın tarihsel kökenlerini, faillerini ve Türkiye Cumhuriyeti’nin dolaylı etkilerini analiz ederken; homojenleştirici milliyetçiliğin sürekliliği tezini incelemektedir.

1933 yazında Irak’ın kuzeyindeki Dohuk vilayetine bağlı Summayl (Simele) köyünde yaşanan trajedi, yalnızca modern Irak tarihinin değil, aynı zamanda ulus-devletleşmenin Ortadoğu coğrafyasındaki şiddetli doğum sancılarının da bir yansımasıdır. 11 Ağustos sabahı, yeni kurulan Irak ordusunun motorize makineli tüfek birliği köye girerek, aralarında çocukların da bulunduğu yaklaşık 305 Süryani erkeği soğukkanlılıkla katletti. Katliam sadece bununla sınırlı kalmadı; kadınlara yönelik sistematik tecavüzler izledi, çocuklar öldürüldü ve toplamda 64 Süryani köyü yağmalanarak yok edildi [1],[2].

Bu şiddet eylemi, lokal bir isyan ya da askeri zorunluluk gerekçesiyle değil; bir etnik veya dini topluluğun belirli bir coğrafi bölgeden sistematik, zorlayıcı ve şiddet içeren yöntemlerle uzaklaştırılmasını amaçlayan, önceden planlanmış bir “etnik temizlik” operasyonu olarak gerçekleştirilmiştir. Uluslararası literatürde “etnik temizlik”, demografik homojenlik yaratmak amacıyla uygulanan bu tür kitlesel tahliye, tehcir ve yok etme politikalarını tanımlamak için kullanılmaktadır[36]. İngiliz idaresinden kalan istihbarat subayı R.S. Stafford, bu saldırıların spontane değil, doğrudan Irak ordusu tarafından “önceden karar verilmiş bir imha eylemi” olduğunu açık biçimde raporlamıştır[1]. Aynı zamanda, katliam sonrası Irak ordusu zafer geçitleriyle onurlandırılmış, Musul ve Bağdat’ta düzenlenen askeri törenlerde, kesik başları sembolize eden kanlı kavunlarla süslenen zafer takları kurulmuştur[2].

Tarihin ironisi, bu yeni devletin kurucu şiddetini uygulayan isimlerin birçoğunun, Osmanlı askeri geleneğinden gelen subaylar olmasıdır. Katliamı yöneten Kürt Albay Bakr Sidqi, Osmanlı Harp Akademisi mezunu bir subaydı ve daha sonra Irak’ın ilk askeri darbesini gerçekleştirecek kadar güçlü bir siyasal figüre dönüşecekti [16], [17]. Sidqi’nin ve benzer Osmanlı kökenli subayların etnik azınlıklara karşı kullandığı yöntemler, sadece askeri reflekslerden ibaret değildir. Bu şiddetin altında yatan zihniyetin kökenleri, 1915 Soykırımı’nda (Ermeni, Süryani ve Rum halklarına yönelik) katliamlarda şekillenen İttihatçı paradigmanın devamlılığıdır [24].

Simele Katliamı, bu yönüyle basit bir “etnik çatışma” değil, ulus-devlet kurma sürecinde homojenleştirici bir projenin ilk büyük eylemlerinden biri olarak değerlendirilmelidir. Mark Levene’in ifadesiyle, bu tür katliamlar, sadece önyargı ve ırkçılıkla açıklanamaz; esasen yeni kurulan devletlerin “gelişimlerinin önündeki engelleri ortadan kaldırma” arzusunun bir dışavurumudur [2]. Bu bağlamda Simele, modern soykırım kalıplarının bir prototipi olmanın ötesinde, Ortadoğu’da ulus-devletlerin azınlıkları nasıl bir tehdit olarak kodladığını ortaya koyan trajik bir laboratuvardır.

Katliamın ardından yaşananlar, bu olayın Irak devleti için bir tür “kurucu şiddet töreni” işlevi gördüğünü de göstermektedir. Askerler ödüllendirilmiş, basın bu “zaferi” övmüş, resmi söylem Süryanileri “hain unsurlar” olarak yaftalayarak kolektif hafizada meşrulaştırıcı bir çerçeve inşa etmiştir [17]. Bu durum,‘’modern’’ Ortadoğu devletlerinin azınlıklarla olan ilişkilerinde, yalnızca etnik farklılığı bastırmaya değil, aynı zamanda bu bastırmayı ideolojik bir “temizlik” olarak çerçevelemeye ne kadar yatkın olduklarını da göstermektedir.

Bu nedenle, Simele Katliamı, 20. yüzyıl Ortadoğu’sunun kırılgan ulus-devlet yapılarının ve bu yapıları kuran elitlerin, çokkültürlü ve çoketnili yapıları “devlet güvenliği” adına nasıl hedef haline getirdiklerinin bir örneği olarak okunmalıdır. Bu yönüyle, yalnızca Irak’a özgü değil, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e ve oradan Arap devletlerine uzanan etnik homojenleştirici siyasal geleneğin parçasıdır. Bu nedenle, Simele’nin tarihsel önemi, sadece ölü sayısıyla değil, açığa çıkardığı ideolojik sürekliliklerle anlaşılabilir.

Simele Katliamı’nın anlaşılabilmesi için, Irak’ta 1933 yılında uygulanan şiddetin yalnızca yerel veya konjonktürel bir refleks değil, daha derin ve tarihsel bir ideolojik sürekliliğin ürünü olduğu görülmelidir. Bu ideolojik miras, Osmanlı İmparatorluğu’nun özellikle İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) döneminde şekillenen “etnik homojenleştirme” politikalarında kök bulmaktadır.

1915’te uygulanan Ermeni, Süryani ve Rum soykırımı, yalnızca savaş gerekçeleriyle sınırlı olmayan, kapsamlı bir toplumsal mühendislik projesinin parçasıydı. Osmanlı İTC yönetimi, “imparatorluğu Türk ve Müslüman kimlik etrafında yeniden kurma” amacıyla gayrimüslim unsurları devlet ve toplum yapısından tasfiye etmeyi hedeflemiştir. Bu süreçte Ermenilerin yanı sıra, Hakkari ve çevresinde yaşayan Süryani (Nasturi, Keldani) halklar da kitlesel sürgün, kıyım ve mülksüzleştirme uygulamalarına maruz kalmıştır[8], [3].

David Gaunt’un ifadesiyle, bu uygulamalar yalnızca savaşla açıklanamaz; Osmanlı merkezinin uzak ve zayıf bölgelerde “tam bir gayrimüslim temizliği” uygulamasına göz yumduğu belgelerle sabittir[8]. Bu dönemde hem Teşkilat-ı Mahsusa gibi paramiliter yapıların hem de yerel Kürt milislerinin aktif rol oynadığı belgelenmiştir. Süryaniler açısından bu süreç, yalnızca fiziksel bir yıkım değil, aynı zamanda kolektif hafızada kalıcı bir travmanın başlangıcı olmuştur.

Lozan Antlaşması (1923) sonrasında Türkiye Cumhuriyeti’nin gayrimüslim azınlık politikası, İTC’nin mirasını devralan yeni ulus-devlet projesi kapsamında şekillenmiştir. Her ne kadar Cumhuriyet ideolojisi sözde “laiklik” ve “eşitlik” temelinde inşa edilmiş görünse de, uygulamada gayrimüslim unsurlar “ulusal homojenlik” arzusunun önünde engel olarak görülmüştür[24]. Bu bağlamda, Süryaniler de dahil olmak üzere, kalan azınlıkların vatandaşlık hakları sınırlandırılmış, dini ve kültürel varlıkları sistematik biçimde hedef alınmıştır.

Bu zihniyetin somut örnekleri arasında 1934 Trakya Yahudi Pogromu, ihtiyatlık ve ardından gelen 1942 Varlık Vergisi ve 1955 6-7 Eylül Pogromu sayılabilir. Ancak daha erken bir örnek olarak, 1924 yılında Türkiye’nin Hakkari bölgesindeki Süryani (Nasturi, Keldani) toplulukları sınır dışı etmesi, bu sürekliliğin en belirgin örneklerinden biridir. Bu tehcir, yalnızca sınır güvenliği gerekçesiyle değil, Musul üzerindeki siyasi iddiaları destekleyecek şekilde planlanmıştır [2], [3].

Simele Katliamı bağlamında Türkiye’nin dolaylı etkisini ortaya koyan en dikkat çekici örneklerden biri, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan subay kadrolarının bölgeye gönderilmesidir. Bunlardan biri olan Çerkez kökenli komutan Ali Şefik Özdemir, hem Osmanlı Teşkilat-ı Mahsusa’sında hem de Cumhuriyet ordusunda görev yapmış bir subaydır. 1920’lerde Mustafa Kemal’in özel görevlendirmesiyle Musul’a gönderilmiş ve burada Süryanilere (Nasturi, Keldani) karşı çete örgütlenmeleriyle ilişkilendirilmiştir [3], [26].

Bu faaliyetler yalnızca sınır güvenliğiyle açıklanamaz; aynı zamanda Musul’daki Hıristiyan halkların varlığına karşı oluşturulan sistematik baskının, Türkiye tarafından desteklendiği izlenimini vermektedir. Üstelik aynı belgede, Özdemir’in Osmanlı mirasını devam ettiren bir figür olarak sınır bölgelerinde Hıristiyan halklara yönelik “gizli operasyonlara” önderlik ettiği de aktarılmaktadır [3].

Türkiye’nin sınır politikaları ve Musul’a yönlendirdiği paramiliter unsurlar, Irak’taki merkezi yönetimin Süryani (Nasturi, Keldani) topluluklarını “dışarıdan gelen tehlikeli unsurlar” olarak görmesini beslemiştir. Mark Levene, 1924’te Türkiye’den gelen Süryani göçmenlerin, yerel halkta ciddi bir tehdit algısı yarattığını ve bu algının Irak ordusu içinde “önleyici tedbir” adı altında katliamı meşrulaştırmak için kullanıldığını belirtir [2].

Bu algının kurumsallaşmasında yerel yöneticilerin ve dini liderlerin zorla devlete sadakat açıklamaları yapmalarının da etkisi olmuştur. Amerikan diplomatik belgelerine göre, 1933’teki katliamdan sonra Irak hükümeti, Hıristiyan dini liderleri zorla tebrik mesajı göndermeye zorlamış, Papa Nuntius’un Vatikan’a göndermek istediği protesto telgrafı sansürlenmiştir[25], [27]. Bu belgeler, Irak devletinin katliamı yalnızca gerçekleştirmekle kalmadığını, aynı zamanda uluslararası kamuoyunda kendini aklamak için sistematik dezenformasyon faaliyetlerine de başvurduğunu ortaya koymaktadır.

Özetle, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan etnik homojenleştirme ideolojisi, yalnızca Türkiye sınırları içinde değil, sınır ötesi coğrafyalarda da doğrudan veya dolaylı etkilere yol açmıştır. 1915’te temelleri atılan bu zihniyet, 1924’te Süryanilerin Hakkari’den sürülmesi, 1930’larda Musul çevresinde çete faaliyetleri ve en nihayetinde 1933 Simele Katliamı ile kendini tekrar eden bir kalıp olarak göstermiştir. Irak’taki Arap subay kadrolarının bir kısmı da eski İttihatçı geleneğe aşina bireylerden oluşmuş, Osmanlı’dan miras kalan yöntemler bu kez yeni kurulan Arap devletlerinde yerli Hıristiyan halklara karşı uygulanmıştır. Simele Katliamı böylece hem doğrudan hem de yapısal düzeyde Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Osmanlı İTC zihniyetinin dolaylı etkisiyle şekillenmiş bir şiddet pratiği olarak karşımıza çıkmaktadır.

Simele Katliamı, Irak Krallığı’nın iç güvenlik siyasetinin bir sonucu olarak görünse de, bu siyasal atmosferin şekillenmesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin doğrudan olmayan fakat yapısal etkileri göz ardı edilemez. Sınır bölgelerindeki nüfus hareketleri, etnik kimlikler etrafında gelişen güvenlik söylemleri ve çetecilik faaliyetleri, Türkiye’nin politikalarının Irak’taki azınlık karşıtı yaklaşımlar üzerindeki dolaylı etkilerini açıkça ortaya koymaktadır.

1924 yılında Türkiye Cumhuriyeti, Lozan Antlaşması sonrası Musul üzerindeki hak iddialarından resmen vazgeçmiş, fakat bu durum Hakkari ve çevresinde yaşayan Süryani (Nasturi, Keldani) halkı için baskıların artmasına yol açmıştır. Türkiye, bu Hıristitan halkı “güvenlik tehdidi” olarak kodlamış ve topluca sınır dışı etmiştir. Mülteci konumuna düşen bu Süryaniler, özellikle Musul ve Duhok bölgelerine yerleşmiş; bu da Irak’ın demografik dengelerinde bir kırılmaya yol açmıştır[2].

Mark Levene’in ifadesiyle, bu nüfus hareketi Irak yönetiminde yalnızca bir demografik kayma değil, aynı zamanda “dışarıdan gelen ve potansiyel olarak ayaklanma yaratabilecek bir unsur” olarak algılanmıştır. Mültecilerin gelişi, İngiliz mandası altındaki Irak’ta zaten kırılgan olan etnik-dini ilişkileri daha da germiştir[2]. Özellikle Irak ordusu içindeki Arap milliyetçisi kadrolar, bu gelişmeyi İngiltere’nin kontrolünde bir “Hıristiyan devleti” kurma planı olarak yorumlamışlardır.

Bu bağlamda, Türkiye’nin 1924’teki sınır dışı etme politikası, yalnızca yerel bir iç güvenlik uygulaması değil; aynı zamanda bölgesel etkiler doğuran, ulus-devletleşmenin sınır ötesi sonuçları olan bir adımdı. Irak devleti içinde bu göçler, Süryanilere yönelik “iç tehdit” söyleminin ideolojik zemininin kurulmasına katkı sağlamıştır.

Türkiye’nin dolaylı etkilerinden biri de, paramiliter aktörler aracılığıyla sahada sağlanan nüfuzdur. Omid belgesine göre, Ali Şefik Özdemir adlı bir Osmanlı ve Cumhuriyet subayı, Mustafa Kemal’in özel talimatıyla Musul’a gönderilmiştir. Bu görev resmi olarak “sınır güvenliğini sağlama” kisvesi altında gerçekleşmiş olsa da, gerçekte Hıristiyan topluluklara karşı milis yapılanmaları örgütleme amacı taşıyordu [3].

Özdemir’in bölgede gerçekleştirdiği faaliyetler, yerel aşiretlerle işbirliği içinde gayrimüslim karşıtı çetelerin kurulmasını ve silahlandırılmasını içeriyordu. Bu durum, Irak devleti içinde “gayrimüslimlerle baş edebilmek için çete taktiklerinin meşruiyet kazanması” gibi tehlikeli bir süreci tetiklemiştir. Stafford’un gözlemlerine göre, Irak’ın kuzeyindeki güvenlik refleksleri, 1933 yazında birdenbire değil, yıllar süren bir birikimin sonucu olarak şekillenmişti [1].

Irak Kralı Faysal’ın 6 Temmuz 1931’de Türkiye’yi ziyareti, bu yakınlaşmanın diplomatik boyutunu gözler önüne sermektedir. Cumhuriyetin 80 Yılı adlı yayında yer alan bilgiye göre, Kral Faysal Ankara Garı’nda bizzat Mustafa Kemal tarafından karşılanmıştır[13]. Görüşmelerde “istikrar ve komşuluk ilişkilerinin güçlendirilmesi” gibi başlıklar öne çıkmış; ziyaretin ardından Süryani Ortodoks ve Keldani patrikleri, başlangıçta Faysal’ı tebrik etmeyi reddetmiş; ancak ilerleyen süreçte baskı ortamı nedeniyle kamuoyu önünde rejime sadakat bildiren mesajlar yayımlamışlardır[3].

Bu süreç, Süryani ve Keldani kiliselerinin Irak hükümetinin Arap milliyetçiliğine dayalı ideolojik yönelimine ve Türkiye ile kurduğu diplomatik yakınlığa karşı mesafeli bir duruş sergilediklerini göstermektedir. Ancak bu tutum, kilise içindeki tüm yapılar arasında homojen değildi; bazı ruhani liderler, rejimle uyumlu bir çizgiyi benimserken, diğerleri daha temkinli ve ihtiyatlı bir yaklaşımı tercih etmişlerdir. Nitekim patriklik makamlarının başlangıçta Kral Faysal’ı tebrik etmekten kaçınması, bu çekingenliğin bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Daha sonra gelen rejime sadakat bildiren açıklamalar ise, mevcut siyasi baskılar ve tarihsel işbirliği geleneğiyle açıklanabilir. Irak yönetimi ise bu mesafeli yaklaşımı yalnızca ihtiyatlı bir tutum olarak değil, özellikle ordu içindeki Arap subaylar nezdinde, Hıristiyan cemaatlere yönelik baskıcı politikaları meşrulaştıran bir bahane olarak değerlendirmiştir.

Irak devleti, İngiliz mandasından kurtulma sürecinde kendi içindeki........

© sendika.org