Yayınevi emekçilerinin sınıfsal haritası
“Bugüne kadarki bütün toplumların tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir.”[1]
Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da dile getirdiği bu saptama, insanlık düşüncesinin en parlak ufuk çizgilerinden biridir. Çünkü toplumsal ilerleyiş, karşıt sınıflar arasındaki çatışmalardan ve bu çatışmaların doğurduğu dönüşümlerden ibarettir. Köle ile efendinin, serf ile derebeyinin, işçi ile kapitalistin karşıtlığı, yalnızca ekonomik ilişkileri değil, bütün bir toplumsal düzenin yapısını belirlemiştir. Bugün de bu mücadele, sanayi fabrikalarının sınırlarını aşarak, üniversite amfilerinden çağrı merkezlerine, hastane koridorlarından yayınevlerine, restoranlardan marketlere kadar hayatın bütün hücrelerine sızmış durumda. Güvencesiz sözleşmelerle çalışan akademisyenler, şiddet ve performans baskısı altında ezilen sağlık emekçileri, işsizlik ve sansür kıskacında kalan gazeteciler ya da paket dağıtan kuryeler… Farklı mesleklere sahip bu kesimlerin ortaklaştığı yer, neoliberal kapitalizmin ürettiği yapısal güvencesizlik. Ve artık sınıf mücadelesi yalnızca sanayi işçisinin fabrika bandında değil; emeğin sermaye için üretime yönlendirildiği her alanda yeniden biçimleniyor.
Gamze Yücesan-Özdemir, İnatçı Köstebek (2014)[2] adlı çalışmasında, bu yeni emek rejiminin tipik mekânlarından biri olarak seçtiği çağrı merkezlerini inceleyerek tartışmaya özgün bir katkı sunar. Çağrı merkezlerini “üçüncü binyılın fabrikaları”, burada çalışanları ise “21. yüzyılın proletaryası” olarak tanımlayan Yücesan-Özdemir’e göre, tıpkı dokuma tezgâhları ya da otomobil fabrikaları gibi çağrı merkezleri de neoliberal kapitalizmin üretim tarzını kristalize etmektedir. Dünya genelindeki eğilimle benzer biçimde, buradaki genç kuşak emekçilerin de bir yandan güvencesizlik, diğer yandan geleceksizlik baskısı altında bulunduğunu vurgulayan Yücesan-Özdemir, gençlerin bu güvencesizliği istihdam, sosyal haklar, gelir ve sendikal örgütlenme gibi çeşitli boyutlarda deneyimlediklerini; bu haliyle de “yeni proleterleşme dalgasının” taşıyıcıları hâline geldiklerini dile getirir. Benzer dinamiklerin kültürel üretim alanında da işlediğini görmek zor değildir. Yayınevlerinde çalışan editör, redaktör, çevirmen, dizgici ve depo işçileri de aynı döngünün parçasıdır: düşük ücret, güvencesizlik, örgütsüzlük… Kültür endüstrisinin parıltılı yüzü bu sömürü ilişkilerini gizlemeye çalışsa da, kitabın basıldığı, çevrildiği, düzeltildiği ve dağıtıldığı her mekân sınıf mücadelesinin güncel bir sahasıdır.
Yayın Emekçisinin Adı Yok
Nilgün Ongan, Kor Kitap tarafından yayımlanan Yayın Emekçisinin Adı Yok başlıklı çalışmasıyla kültür işçileri olarak yayınevi emekçilerinin çalışma yaşam koşullarını inceleyerek bu görünmez emek süreçlerini görünür kılmaya yönelmektedir. Ongan, kapitalizmin yeni dinamiklerinin sınıfsal aidiyetleri fark etmeyi zorlaştırdığını vurgulamakta; buradan hareketle de yayınevi çalışanlarının ayrıksı kültür aktörleri olarak değil, kapitalist üretim ilişkilerinin özgül bir kesimi olarak ele alınması gerektiğini ileri sürmektedir. Hizmet sektörünün ve teknolojinin getirdiği emek dönüşümlerini “yeni bir emek teorisine ihtiyaç var” sonucuna bağlayan yaklaşımların aksine, Ongan bu süreçleri Marx’ın emek kuramı çerçevesinde açıklamaktadır. Çalışmanın yönünü tayin eden esas kerteriz de bu tespittir. Yayınevi emekçilerini proleterleşmenin güncel biçimleri içinde konumlandırmaya çalışan Ongan, saha araştırmasından elde ettiği veriler doğrultusunda, kültürel üretim alanında da sanayiye özgü Taylorist emek süreçlerinin sürdüğünü göstermektedir. Başka bir deyişle, işçilerin denetim baskısı altında çalışmaları, işin küçük parçalara ayrılması ve emeğin üründen kopması gibi olgular bakımından, yayınevi çalışanları da sanayi işçilerine benzer koşullarla karşı karşıyadır. Ongan, söz konusu tabloya ek olarak, esnekliğin doğurduğu çalışma düzeninin durumu daha da karmaşıklaştırdığını ve hatta bu koşulları besleyip pekiştirdiğini belirtir. “Gönüllü çalışma”, güvencesizlik, idealizmin sömürülmesi ve ayrıcalık duygusuyla üretilen rıza mekanizmaları gibi olgular emekçilerin söylemleri üzerinden tartışılırken, bütün bu süreçlerin kültürel üretim alanındaki emek rejimlerini nasıl sermaye lehine işleyen yapısal bir sömürü biçimine dönüştürdüğü de açığa çıkar. “Entelektüel” düzeyi yüksek olması beklenen; ancak aldığı maaşla ürettiği kitabı dahi satın almakta zorlanan, sinema ya da tiyatroya gitmeye maddi gücü yetmeyen, hatta çoğu zaman kirasını ve faturalarını........
© sendika.org
