menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Espresso Halk vs. Espressolab: Kentte direnişin mekânsal kodları

15 8
13.04.2025

“Mekânlar, toplumsal eylemlerin gerçekleştiği boş kutular değildir. Mekân, toplumsal kodlarla işlenmiş, kendine ait hafızası olan, aktif bir alandır. Toplumsal olan mekânsal, mekânsal olan toplumsaldır. Toplumda meydana gelen her şey mekânsal sonuçlar doğurduğu gibi, her mekânın toplumsal olan üzerinde kurucu bir işlevi vardır. Mekân tahakküm ve itaatin, dayanışma ve iş birliğinin aynı anda barındığı karmaşık bir ilişkiler ağıdır”
(Doren Massey, 1994, Space, Place and Gender, s. 161).

1960’lardan itibaren, Henri Lefebvre ve David Harvey gibi Marksist kent kuramcıları çalışmalarıyla, modern kapitalizmin gelişiminin mekânın yeniden üretilmesiyle nasıl güçlü bir şekilde bağlantılı olduğunu ortaya koydular. Kapitalizmin gelişimi sınıf çatışmalarıyla, mülksüzleştirme faaliyetleriyle, kentsel mekânda sürekli olarak yeniden üretilen sınıfsal ayrışmalarla iç içe geçmiştir. Mekân nötr değildir; her zaman toplumsal ilişkiler ve iktidar yapılarınca şekillendirilir. Mekânı politik yapan da budur. Sanayileşme ve modernleşmeyle “metanın genelleşmesi” toplumsal yaşamda her şeyin pazarlanabilir bir metaya dönüşmesine yol açmıştır. Kent, kullanım değerine bağlı olmaktan çıkıp “mallar arasında en üst mal mertebesine” sahip bir mübadele değerine dönüşmüştür.[1] Kent sürekli olarak kapitalist ekonominin taleplerine uygun olarak sermaye tarafından ele geçirilir, talan edilir, yeniden üretilir, şekillendirilir veya tamamen yok edilir. Harvey’in sözleriyle ifade edecek olursak, “Kentleşme, kentsel bir ortak alanın (veya onun gölge biçimleri olan kamusal alanlar ve kamu mallarının) hiç durmadan üretilmesi ve özel çıkarların buna hiç durmadan el koyması ve bunu yok etmesi sürecidir.”[2]

Türkiye’de özellikle 2000’li yılların başından itibaren kentlerin sermayenin talepleri doğrultusunda yoğun bir şekilde talan edildiğine ve yeniden şekillendirildiğine şahit oluyoruz. Yeşil alanların yok edilmesi, yoksul bölgelerin kentsel dönüşüm adı altında soylulaştırılması, kamusal alanların gasp edilerek AVM’lere dönüştürülmesi (Galataport’un çirkinliğini düşünelim hemen), tarihsel mekanların kafeler ve mağazalarla donatılması (gözünde Narmanlı Han canlanmayan bizden değildir), kentlerdeki kolektif hafızayı yansıtan hafıza mekanlarının yok edilmesi son yirmi yılın kentsel panoramasını oluşturuyor. Tüm bunlar gerçekleştirilen dönüşümün yalnızca fiziksel yapıları değil aynı zamanda halkın kültürel, sosyal ve politik kimliklerini de etkilediğine işaret ediyor. Sermaye, iktidarla el ele kenti dev bir tüketim sahnesine dönüştürürken; kentte yaşayanları yurttaş kimliğinden arındırarak yalnızca birer tüketiciye indirgemeye çalışıyor.

Son yıllarda kentlerde akıl almaz bir hızla çoğalan kahve zincirleri de kentsel kamusal alanların ticarileştirilmesinin ve kamusal alanın kolektif kullanım ve sosyalleşme işlevinin ücretli tüketim pratiklerine bağlı kılınmasının en görünür simgelerinden biri. 19 Mart’ta Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasının ardından İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin polis barikatını aşarak başlattığı kitlesel protestoları, iktidar yanlısı büyük şirketlere ve zincir mağazalara karşı yapılan boykot çağrısı takip etti. Hepimizin bildiği gibi boykot çağrısının en çok öne çıkan hedefi kahve zinciri Espressolab oldu. Hakkında hiçbir habere ya da sosyal medya gönderisine rastlamamış olan biri bile 2014 yılında ilk şubesini açan bu kahve zincirinin kenti nasıl hızla sardığını gözlemleyebilirdi sanırım.[3] Mantar gibi bitmek deyiminin tam anlamıyla karşılığı olan bu kahve zincirini şehrin en işlek caddelerinde, en güzel sahil kenarlarında, tarihi binaların altında, iskelelerin üstünde ve üniversite kampüslerinin içinde görüyoruz. Markanın kentteki bu hızlı yayılımı, iktidarla kurduğu ilişki sayesinde kamusal ve tarihsel alanları gasp etmesi, üniversitelere girişi onu simgesel bir hedef haline getirdi. Espressolab boykotu, doğrudan bir şirketin hedef alınmasından öte, onun temsil ettiği kapitalist-kamusal mekân modeline karşı bir itirazdı aslında. Bu itirazın kahve zincirlerinin hem en büyük tüketici kitlesi hem de işgücü olan gençlerden gelmesi ise ayrıca anlamlı.

Şu anda ülkede en çok şubesi bulunan kahve zinciri olan Starbucks, Türkiye’deki ilk şubesini 2003 yılında Bağdat Caddesi’nde açtı. Tarihsel........

© sendika.org