menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

İlim, Nefs ve Ene-9

6 0
10.07.2025

Soru: Üstad Bediüzzaman hem medrese kökenli ve mücâz bir müderris, hem 12 tarikattan icazetli bir halife-i küllî olarak “asfiya” makamında bir İslam hizmetkârı ve Kur’anın ebedî mücevher hakikatleri dükkanının tezgahtarı olarak nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesi, enaniyet terbiyesi ve ruh tenevvürünü kendi hayatında nasıl sergileyerek modern asrın dünyevi insanlarına bir üstad-ı müdakkik ve mürşid-i kâmil olmuştur? Bir şahsın kendini anlatması çok muteber ve tarafsız olmayacağından kendi hayatını yakından gözlemleyen bir kişinin müşahedâtı daha tarafsız ve bilimsel olacaktır. Bu çerçevede Bediüzzaman’ın yakın talebelerinin onun hayatına dair müşahedelerini anlatan detaylı bir beyanı bulunmakta mıdır?

Cevap: Evet. Üstad Bediüzzaman’ın medrese eğitimi almış talebeleri olduğu gibi, sırf tekke terbiyesi görmüş, hem medrese kökenli hem tekke terbiyesi de almış yakın talebeleri bulunmaktadır. Zülcenahayn talebelerinden ve sır katibi olan Mehmed Feyzi Efendi uzun bir yazı kaleme alarak Üstad’ının hayatına, ahlakına, âdâbına, nefs ve enaniyetine karşı mücâhedâtına dair detaylı bilgiler sunmakta, modern asrın bir mürşid-i kâmili ve üstad-ı müdakkiki oluşunun sırlarını şöyle açar:

“Üstadımızın tercüme-i halini merak edenlere deriz ki:

Kur'ân-ı Hakim, otuz üç âyâtının (âyetlerinin) i'cazkâr (insan aklını âciz düşüren) işaretiyle, İmam-ı Ali radıyallahu anh Celcelûtiye ve Ercûze'sinde kerametkâr delâlâtiyle (delillikleriyle), Gavs-ı Âzam (kuddise sırruhu), beşaretkâr beyanatiyle, (müjdeleyici beyanlarıyla) Üstadımızın hakiki tercüme-i halini ve Risale-i Nur'un hakiki mahiyetini beyan etmişler.

Üstadımızın şahs-ı mânevisini (ruhunu ve hakikatini) bilmek isteyenler, Risale-i Nur'un İşârât-ı Kur'âniye ve Kerâmât-ı Aleviye ve Kerâmât-ı Gavsiye Risalelerini ve Risale-i Nur'un sair eczalarını (parçalarını) dikkatle tetebbu etmeleri (okumaları) lâzımdır. Yalnız bizim, Üstadımız hakkındaki kanaat-ı kat'iyemiz şudur ki: İsm-i Nur ve İsm-i Hakime mazhariyetle, Kur'ân-ı Hakim'in hazinesinden nail olduğu hakaik ve maârifi (hakikatler ve marifetleri), tahdis-i nimet (Allah’ın nimetlerini ilan ve yâd etme) maksadıyla beşere ilân eden bu allâme-i zîfünun (fenleri bilen allâme) Bediüzzaman Hazretleri, ahlâk-ı Muhammediye aleyhissalâtü vesselâm ile tahallûk etmiş (ahlaklanmış), nefis ve heva berzahlarından geçmiş, mekârim-i ahlâkın (ahlakın en değerli ve şereflilerinin) en mümtaz ve müstesna bir timsâl-i mücessemi (cisimleşmiş bir örneği) olarak bu asırda bulunmuş. Şimdiye kadar bütün hayatında şayan-ı hayret bir ulûvv-i himmet ve sekinet ve iffet ve mahviyet içinde yaşamış. Gına-yı kalbi, tevekkül ve kanaatı harikulâde, maişet ve kıyafeti, pek sade ve mekârim-i ahlâkı, pek fevkalâde, dünyaya zerre kadar meyil ve muhabbet etmez…

Hem öyle bir tarzda izzet-i ilmiyeyi hayatta muhafaza etmiş ki; asla kimseye arz-ı iftikar (fakirliğini arz) etmemek, hayatının en mühim bir düsturu olmuştur. Dünya kendilerine teveccüh etmişse de, ondan yüz çevirmiş olan Üstadımız, emr-i maaşta (geçim konusunda) Cenâb-ı Hakkın inayetiyle, iffet ve nezahetini daima muhafaza eder; sadaka, zekât ve hediyeleri almaz. Yakinen biliyoruz ki, Kastamonu'da bulundukları zaman, oturdukları evin îcarını (kirasını) vermek için yorganını sattılar da, yine hiçbir suretle hediye kabul etmediler.

Hem Üstadımız, tekellüf (zorlama tavırlar) ve taazzumdan (yücelik taslama) asla hoşlanmaz ve talebelerinin dahi tekellüf kaydından âzade olmalarını emreder. Ve buyururlar ki: "Tekellüf, şer'an ve hikmeten fenadır, çünkü tekellüf sevdası, insanı, hadd-i mârufu tecavüze (sınırlarını çiğnemeye) sevk eder. Mütekellif olanlar, bazan hodbinane (egosantrikçe) bir tezahür ve tefâhur (başkasın karşı övünme) tavrı ve muvakkat soğuk bir riyakâr vaziyeti takınmaktan kurtulmaz. Halbuki bunların ikisi de ihlâsı zedeler."

Hem Üstadımız, gayet mütevazidir. Tefevvuk (üstünlük) ve temeyyüz (farklılık) dâiyelerinden (iddiasından), şöhret sevdalarından ziyadesiyle sakınırlar. Kendilerine mahsus sâfi meşrebi, o gibi can sıkacak şeylerden âlîdir. Herkese, hele ihtiyarlara ve çocuklara ve fukaralara, rıfk ve mülâyemetle uhuvvetkârane (kardeşçesine) bir muamele-i hâlisanede bulunurlar. Mübarek yüzlerinde, mehâbet ve beşâşetle karışık bir nur-u vakar lemean eder. Heybetle beraber âsar-ı üns ve ülfet (canayakınlık ve alışma eserleri) dahi görünür. Daima mütebessim bulunurlar. Fakat bazan tecelliyatın muktezası olarak mehâbet ve celâl nazarı o derece tezahür eder ki, artık o zaman yanında bulunup da söz söylemek isteyen adamın, âdeta dili tutulur, ne söylemek istediği anlaşılmaz. Bu âcizler, çok defa bu hali müşahede ettik.

Üstadımızın, az söylemek âdetidir. Fakat, söylediğini veciz söyler, herhalde düstur-u hikmet olarak pek mânidar ve pek şümullü birer câmiü'l-kelimdirler (az sözle çok şey ifade eder.)

Üstadımız, ne kimseyi zemmeder ve ne de yanında kimseyi gıybet ettirir. Bunlardan asla hoşlanmaz. Kusur ve hatâları setrederler. Hem o kadar hüsn-ü zanna mâlikdir ki, hattâ kendisi hakkında bir nâseza söz tebliğ edene, "Hâşâ! bu yalandır. Bu sözü söyledi dediğin zat, böyle söylemez" buyururlar.

Üstadımızın nefisle mücahedede bir rüsuh (köklülük) ve ihtisası vardır ki, asla huzûzat-ı nefsaniyelerine (nefse ait paylara) hizmet etmezler. Bir insana kâfi gelmeyecek kadar az yerler ve az uyurlar. Gecelerde, sabaha kadar câlib-i dikkat bir hal-i hâşiâne(huşu içinde bir hal) ile ubudiyette bulunurlar. Yaz ve kış bu âdetleri tahallüf etmez (değişmez). Teheccüd ve münâcat ve evradlarını asla terk etmezler. Hattâ bir Ramazan-ı Şerifte pek şiddetli hastalıkta, altı gün birşey yemeden savm-ı visal içinde ubudiyetteki mücahedelerini terk etmediler. Komşuları her zaman derler ki: "Biz, sizin Üstadınızın sekiz sene yaz ve kış geceleri, aynı vakitlerde sabaha kadar hazin ve muhrik sadasiyle münâcat seslerini dinler ve böyle fasılasız devamlı mücahedesine hayretler içinde kalırdık."

Hem Üstadımız, taharet ve nezafet-i şer'iyeye (şeriatın emrettiği maddi ve manevi temizliğe) son derece riayet eder, her zaman abdestli olarak bulunur, asla mübarek vaktini boş geçirmez. Ya Risale-i Nur telifiyle veya tashihiyle meşgul veya Münâcât-ı Cevşeniyeyi kıraat ve secdegâh-ı ubudiyete kaim veya tefekkür-ü âlâ-i İlâhî bahrine müstağrak (Allah’ın nimetlerini düşünme denizine dalmış) bulunurdu. Ekseriyetle, yaz zamanı şehre uzak ormanlık dağ vardı. Üstadımızla oraya giderdik. Yolda, hem Risale-i Nur tashih ederler, hem bu âciz talebelerinin okudukları risaleye dikkat ederler ve tashih için hatâlarını söylerler veyahut eski müellefatından birisinden ders verirler, bu suretle yolda bile mübarek........

© Risale Haber