İlim, Nefs ve Ene-7
Soru: Mutlak derecede âciz, sonsuz derecede fakir bu zavallı insanın böyle sonsuz büyüklükte iddialara kalkışmasının sırrı nedir? Neden geçmiş zamanın misallerinden ders alıp aynı çukura düşmekten kendini alamıyor ve kurtaramıyor?
El-Cevap: İstidadının büyüklüğünden; iradesinin ve gücünün küçüklüğünden... İstidadı ve o istidadlardan doğan his ve ihtiyaçları, ona sonsuz dava ve iddia kapılarını aralıyor ve açıyor. Fakat iradesinin cüz’îliği ve gücünün küçüklüğü ve yetersizliği onu rezil ediyor, iddialarının altında ezilmiş olarak bırakıyor. Kızıl Deniz’de boğulan Firavun, bu acz-i insânîyi ilan eden bir ibret levhası ve bir tarih vesikasıdır. Bilge bir öğretmen olan bir arkadaşımın dediği gibi “Allah insana ilmi, bilebilmeyi ve tercih yapabilmeyi vermiş; fakat kudret ve güç vermemiş.”
Kudret-ilim-irade denizi olan bu âlemde yüzen her nesne o külli ve mutlak hakikatlere ve kanunlarına tabi olarak hareket ediyor ve mükemmelliklere ayna oluyor. Bu ezelî-ebedî hakikatlerle temasa geçmeden bu âlemde yüzmeye çalışan bir nesne veyahut canlı, dalgalı ve fırtınalı bir okyanusta yüzme gayreti içinde olan bir sal, kayık veya tekne gibidir. Karanlık bulutlar, fırtınalı deniz ve hava içindeki bu aracın pusulası ise, önünü ve arkasını görmekten ve bilmekten âciz, şuur feneri ve benlik meşalesidir. Onun batması, zaman denizinde boğulması mukadder ve bir kanun gibidir. Tek çare bu üç değişmez kanun ve hakikatle temasa geçmek ve bu kanunların koyucusu olan Cenab-ı Hakka tabi olmaktır. Bunun da yolu Üstad Bediüzzaman’ın dediği gibi “Acz ve tevekkül ile, fakr ve iltica ile Ona yönelmektir. Ta ki nur kapısı açılsın, karanlıklar, dağılsın.”[1]
Evet, aczini hisseden, Mutlak Kudret’e dayanır. Cehaletini ve fakrını hisseden, Sonsuz İlme yönelir. İrade ve iktidarının işe yaramadığını gören, dua ile O Hakîm-i Mutlaka yönelir ve yalvarır. Bu bütüncül yapıyı, Onunla beraber bir hayatı yaşamayı; korkulardan emniyete, ezelî açlıktan hoş kokulu gıdalarla ebedî tokluğa ermeyi öğreten müessese, vahiydir. Vahye tabi akıl, Nuh’un gemisine inmiş olur. Zaman okyanusunun fırtınaları onu boğamaz; en şiddetli tufanlar onun selametini engelleyemez. Vahye sırtını çeviren bir akıl ise hakikat güneşinden ve hak gündüzünden kaçan bir yarasa olmaya, kör kalmaya; cep feneri gibi hisleriyle karanlıklarda yön bulmaya çalışmaya mahkûmdur.
Sual: Sonsuz potansiyeller sahibi ve bu sonsuz potansiyellerden dolayı sonsuz ve sınırsız ihtiyaçlar ve âcizlik içinde olan insanın tekebbür tavrı ne için? Tevekkül ve duanın fonksiyonu bu ihtiyaçların temininde ve tatmininde nasıl bir fonksiyon görüyor?
Cevap: Tekebbür, kibriya sıfatına sahipmiş gibi bir tavra kalkışmak demektir. Kibriya vasfı ise iki sıfatın beraberliği ile meydana gelir: Ulviyet ve Azamet... Ulviyet, sonsuz ve sınırsız bir yücelik ve yükseklikle her şeyi kuşatma, bilme; her şeyin derinliklerine nüfuz etme, her şeyi başı-sonu-içi-dışı ile daima gözetimi altında tutma şeklinde kendini gösteren ilim merkezli bir sıfattır. Azamet ise, Arapça’da “azm” denilen kemik kelimesinin kök işareti ile gösterdiği üzere, maddi dünyanın tamamındaki külli ve en geniş çaplı yaratma, yaşatma, var etme, varlıkta tutma, küçük şeylere büyükleri hizmetkâr etme, sayısız yıldızları, gök tabakalarını, iç içe âlemleri, bunların içindeki sayısız büyük ve küçük nesneleri, canlıları idare ve organize etmede ve kâinatı yekpare tutmada kendini gösteren kemik gibi sabit, varlığı ayakta tutucu kudret merkezli bir sıfattır. Bu iki sıfatı beraberce taşıyana “Kebir” denilir.
Kur’anın en büyük âyeti olan Âyete’l-Kürsi’nin “Ve hüve’l-aliyyü’l-azîm”[2] (Ve O, ulviyet ve azamet sahibidir) ifadeleri ile bitmesi gösterir ki, o âyet “Kibriya-yı İlâhiye” yi anlatıyor. Anlattığı için de en büyük âyettir. Kibriya, içerdiği ulviyet sıfatıyla gayb ve şehadeti kuşattığı gibi, azameti ile de bütün maddi âlemleri........
© Risale Haber
