İlim Işığı Altında Sevr ve Hut Hadisi-1
Sevr, Arapça bir kelime olup boğa, erkek sığır, öküz manasına gelir. Hût ise, Arapça’da, büyük balık, balina manasına gelir. Bir hadiste bu iki canlının ismi geçer. Bir kişi gelir ve Allah'ın Resulüne sorar:
-“Dünya ne üstünde duruyor?” O (AS) cevap verir:
“A'le's-sevr" (Boğanın, öküzün sırtında...) Bir ay sonra aynı şahıs veya başka biri gelir ve aynı soruyu sorar. Resulullah (ASM) şu cevabı verir:
“Ale'l-hût”[1] (Büyük balığın, balinanın sırtında…)
Bu çok yönlü hadis-i şerifin medeniyete, iktisada, sosyolojiye, astronomiye bakan taraflarının izâhını Üstad Bediüzzamanın 14. Lem’ası’na havale edip bu hadisin insanın enaniyet terbiyesi ve teşhisine bakan cephesini ele alacağız. Bu noktada rehberimiz başta Kuran kıssaları ve diğer hadislerdir. Bunları hakkıyla anlamamızı sağlayan kaynak ve tefsir Risale-i Nur Külliyatı’dır.
Yapısı dışa dönük, öfkeli, aceleci karakterlerden biri Hz. Musa’dır (AS). Diğeri ise Hz. Yunus’dur (AS). Her ikisinin kıssasında da bir “hût” bahsi geçer. Hz. Musa (AS), kendisini irşad etmesi için Hz. Hızır’la (AS) buluşmaya giderken hizmetkârı, talebesi ve yeğeni olan Hz. Yûşa'ya bir “hût” (büyük balık) verir ve “Bu, bizim sabah kahvaltımız olan gıdadır”[2] der. Hz. Hızır’la (AS) buluşma yerinin alâmeti, Hz. Hızır’ın (AS) bulunduğu mevkie gelince ölü balığın dirilip denize açılması ve yüzerek gözden kaybolmasıdır.
Hz. Yunus'un (AS) kıssasında ise büyük bir balık, Hz. Yunus'u (AS) yutar. Kuran Hz. Yunus (AS) için: “Sâhibül-hût”[3] (Balık sahibi, balığın arkadaşı) der. Üstad Bediüzzaman 1. Lem’ada bu kıssayı ele alıp öfkeli yapılar için bir sır istihraç eder; benlik terbiyesi için bir yol açar:
1. LEM’A
Hazret-i Yunus ibni Mettâ Alâ Nebiyyinâ ve Aleyhissalâtü Vesselâmın[4] münâcâtı (gizli yakarış ve duası), en azîm bir münâcattır ve en mühim bir vesile-i icabe-i duadır (duaların cevap görmesi içi bir vesiledir).
Hazret-i Yunus Aleyhisselâmın kıssa-i meşhuresinin hülâsası (meşhur hikâyesinin özü ve özeti):
Denize atılmış, büyük bir balık onu yutmuş. Deniz fırtınalı ve gece dağdağalı (sıkıntılı) ve karanlık ve her taraftan ümit kesik bir vaziyette,
[5] münâcâtı, ona sür'aten vasıta-i necat (kurtuluş aracı) olmuştur.
Şu münâcâtın sırr-ı azîmi şudur ki:
O vaziyette esbab bilkülliye sukut etti (sebepler tamamen etkisizliği göründü). Çünkü o halde ona necat (kurtuluş) verecek öyle bir Zat lâzım ki, hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye, hem cevv-i semâya (atmosferin en yakın tabakasına) geçebilsin. Çünkü onun aleyhinde gece, deniz ve hut ( balina ) ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine musahhar eden (boyun eğdiren) bir Zat onu sahil-i selâmete (selamet kıyısına) çıkarabilir. Eğer bütün halk onun hizmetkârı ve yardımcısı olsaydılar, yine beş para faydaları olmazdı. Demek esbabın (sebeplerin) tesiri yok. Müsebbibü'l-Esbabdan (sebepleri yaratandan) başka bir melce (sığınak) olamadığını aynelyakin (gözüyle kesinkes) gördüğünden, sırr-ı ehadiyet (Allah’ın teklik sırrıyla her şeyi aynı anda kontrol edişi), nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği (açılıp göründüğü) için, şu münâcat birdenbire geceyi, denizi ve hûtu musahhar etmiştir (boyun eğdirmiştir). O nur-u tevhid ile hûtun karnını bir tahtelbahir (denizaltı) gemisi hükmüne getirip ve zelzeleli dağvâri emvac (sarsıntılı dağ gibi dalgaların) dehşeti içinde, denizi, o nur-u tevhid ile emniyetli bir sahrâ (çöl), bir meydan-ı cevelân ve tenezzühgâhı (dolaşma ve gezinti meydanı) olarak o nur ile semâ yüzünü bulutlardan süpürüp, kameri bir lâmba gibi başı üstünde bulundurdu. Her taraftan onu tehdit ve tazyik eden o mahlûkat, her cihette ona dostluk yüzünü gösterdiler. Tâ sahil-i selâmete çıktı, şecere-i yaktîn (kabak gibi geniş yapraklı bir ağaç) altında o lûtf-u Rabbânîyi müşahede etti.
İşte, Hazret-i Yunus Aleyhisselâmın birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle, onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdan (başıboş) küre-i zeminimizdir (gezegenimizdir). Bu denizin her mevcinde (dalgasında) binler cenaze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim hevâ-yı nefsimiz (nefsimizin düşkünlükleri), hûtumuzdur (balinamızdır); hayat-ı ebediyemizi (sonsuz âhiret hayatımızı) sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hut, onun hûtundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hûtu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hûtumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor.
Madem hakikî vaziyetimiz budur. Biz de, Hazret-i Yunus Aleyhisselâma iktidaen (uyarak), umum esbabdan (sebeplerden) yüzümüzü çevirip, doğrudan doğruya, Müsebbibü'l-Esbab olan Rabbimize iltica edip
demeliyiz ve aynelyakin anlamalıyız ki, gaflet (manevi uyuşukluğumuz) ve dalâletimiz (hakikatten sapkınlığımız) sebebiyle aleyhimize ittifak eden (birlik kuran) istikbal, dünya ve hevâ-yı nefsin zararlarını defedecek yalnız o Zat olabilir ki, istikbal taht-ı emrinde (emri altında), dünya taht-ı hükmünde (hâkimiyeti altında), nefsimiz taht-ı idaresindedir (idaresi altındadır). Acaba Hâlık-ı Semâvat ve Arzdan (Gökleri ve Yeri Yaratandan) başka hangi sebep var ki, en ince ve en gizli hâtırât-ı kalbimizi (kalbimize gelen istekleri) bilecek?
Ve bizim için istikbali, âhiretin icadıyla ışıklandıracak ve dünyanın yüz bin boğucu emvâcından (dalgalarından) kurtaracak -hâşâ-Zât-ı Vâcibü'l-Vücuddan (Varlığı gerçek ve zorunlu Zât ) başka hiçbir şey, hiçbir cihette, Onun izin ve iradesi olmadan imdad edemez ve halâskâr (kurtarıcı) olamaz.
Madem hakikat-i hal böyledir. Nasıl ki Hazret-i Yunus Aleyhisselâma o münâcâtın neticesinde hûtu ona bir merkûb (binek), bir tahtelbahir (denizaltı) ve denizi bir güzel sahrâ (çöl) ve gece mehtaplı bir lâtif suret aldı. Biz dahi o münâcâtın sırrıyla
demeliyiz. [6] cümlesiyle istikbalimize, [7] kelimesiyle dünyamıza,
[8] fıkrasıyla nefsimize nazar-ı merhametini celb etmeliyiz (merhamet bakışını çekmeliyiz). Tâ ki, nur-u iman ile ve Kur'ân'ın mehtabıyla istikbalimiz tenevvür etsin (aydınlansın) ve o gecemizin dehşet ve vahşeti, ünsiyet (cana yakın ve sıcak bir hale) ve tenezzühe (iç ferahlatıcı bir gezintiye) inkılâp etsin. Ve mütemadiyen mevt (ölüm) ve hayatın değişmesiyle seneler ve karnlar emvâcı (asırlar dalgaları) üstünde hadsiz cenazeler binip ademe (yokluğa) atılan dünyamız ve zeminimizde, Kur'ân-ı Hakîmin tezgâhında yapılan bir sefine-i mâneviye (manevi gemi ) hükmüne geçen hakikat-i İslâmiyet (İslamiyet realitesi) içine girip, selâmetle o denizin üstünde gezip, tâ sahil-i selâmete çıkarak hayatımızın vazifesi bitsin. O denizin fırtınaları ve zelzeleleri, sinema perdeleri gibi tenezzühün (gezintinin) manzaralarını tazelendirmekle, vahşet ve dehşet yerine, nazar-ı ibret ve tefekkürü keyiflendirerek okşayıp ışıklandırsın. Hem o sırr-ı Kur'ân'la (iç bütünlüğü sağlatıcı sır), o terbiye-i Furkaniye (hak ve batılı ayırıcı terbiye) ile, nefsimiz bize binmeyecek, merkûbumuz (bineğimiz) olup, bizi ona bindirip, hayat-ı ebediyemizin kazanmasına kuvvetli bir vasıtamız olsun.
Elhasıl: Madem insan, mahiyetinin câmiiyeti (yapısının içerikliliği) itibarıyla, sıtmadan müteellim olduğu (acı çektiği) gibi, arzın zelzele ve ihtizâzâtından (sarsıntı ve titremelerinden) ve kâinatın kıyamet hengâmında zelzele-i kübrâsından (büyük sarsıntısından) müteellim oluyor (acı çekiyor). Ve nasıl ki hurdebinî (mikroskobik) bir mikroptan korkar, ecrâm-ı ulviyeden zuhur eden (gök cisimlerinden ortaya çıkan) kuyruklu yıldızdan dahi korkar. Hem nasıl ki hanesini sever, koca dünyayı da öyle sever. Hem nasıl ki küçük bahçesini sever; öyle de, hadsiz ebedî Cenneti dahi müştakane sever. Elbette, böyle bir insanın Mâbudu, Rabbi, melcei (sığınağı), halâskârı (kurtarıcısı), maksudu (hedefi) öyle bir Zat olabilir ki, umum kâinat Onun kabza-i tasarrufunda (yönetim avucunda), zerrat ve seyyârat (atomlar ve gezegenler) dahi taht-ı emrindedir (emri altındadır). Elbette öyle bir insan daima Yunusvâri
demeye muhtaçtır.
Üstad Bediüzzaman’ın tesbit ettiği üzere hût (balina), heva-yı nefsin manevi sembolü ve işaretidir. Heva, Kur’anda vurgulandığı üzere, ilahlaştırılan, tapılan, kişinin iç dünyasına ait bir puttur. Üstad Bediüzzaman bu iç puta, “Ene” (ben), dıştaki puta ise, “Tabiat” (doğa) der. Heva kelimesi, hava ve hüviyyet ile aynı kökten gelmekle işaret eder ki, heva, kişinin nefsinin varlığının devamı için olmazsa olmaz unsurları ve kişinin nefsinin kimliğini gösteren boyutunu ifade eder. Bu olmazsa olmaz unsurları yapma noktasında kişi kendini son derece haklı, masum, zararsız olarak görür.[9] Dışa dönük bir fıtrat için öfkelenmek, onun en doğal hakkıdır; susmak ise, onun için yokluk gibi acı ve tahammül edilmez bir haldir. Nasıl dıştaki, İlâhî düzenin yansıması olan kanunların sembolü “tabiat” sa ve her şey tabiat denilen “sünnetullah” a göre cereyan ediyorsa, ene de içteki düzendir. İnce bir nokta var ki, dıştaki düzen hep yapıcı, yararlı, hayırlı olarak sırat-ı müstakim üzere akıyor. Kur’an, dıştaki kalıba dayalı yapıya “tabiat” derken bu kalıpların hayrı netice vererek mantar gibi açılması, birbiriyle alakalı yönünü “fıtrat” diye anlatır. Fıtrat, sünnetullahın akışıdır. “Din, fıtrattır. Bu fıtrî düzenin adı İslam’dır.”[10] Din, insanı hayırlı bu fıtri düzene bağlayan ve onunla barıştıran unsurdur. Hz. Hud (AS) bu İlâhî âfâkî ve enfüsî fıtri düzeni şöyle anlatır: “İnne Rabbi alâ sıratın müstakîm” (Hak bu ki Rabbim sırat-i müstakim üzeredir; Onun icraatında ifrat ateşi, tefrit karanlığı yoktur.)
Ümmet-i Muhammed ise günde 40 defa bu fıtri, dengeli, hayırlı düzene erme ve bu düzene ömür boyu uyarak yaşama duası yapar, namazıyla... Derler ki: “İhdina’s-sırata’l- müstakîm” (Bizi sırat-i müstakime, o dengeli, hayırlı ve ifrat-tefrite kapalı, yükselerek giden o mukaddes yola eriştir ve o yolda, bizi daimî eyle...) Hz. Peygamber (ASM) der ki: “Fatihasız namaz olmaz.”[11] Yani bu duayı yapmadan kılınan namaz, namaz değildir. Hatta kılınan namazın makbullüğünü bir âyet şöyle anlatır: “İnne’s-salâte tenha ani’l-fahşâi ve’l-münker”[12] (Hak namaz odur ki sahibini aşırılıklardan, aşırı şehvetlerden ve iğrenç kılınmış nahoş şeylerden alıkoyar; insandaki bu ifrat-tefrit hallerine son verir.) Yani hakiki namaz, Fatiha’daki sırat-i müstakim duasının kabul olduğu hissedilen ve görünen namazdır. Âyette geçen “tenhâ” lafzı işaret eder ki namaz, kula keskin bir irade, ifrat-tefriti fark eden bir akıl, hikmeti gören bir göz verir. Kur’an böyle bir kazancı elde........
© Risale Haber
