Turna Kuşunun Gölgesinde
Köy, sabahları güneşin ilk ışığıyla uyanan bir yerdi. Horoz sesleriyle, rüzgârın kavak yapraklarını titrettiği sokaklarıyla, toprağın yüzünü öpen ellerle bilinen o yer. İşte orada, kırık dökük ama sevgiyle döşenmiş bir evde yaşıyordu Hayal. Annesi okuma yazma bilmeyen bir kadındı. Ama sesiyle masalları canlandırır, gözleriyle değil kalbiyle konuşurdu. Babası, tarladan geldiğinde yorgun düşse de çocuklarının başını okşamayı ihmal etmezdi. Üç çocukları vardı: Hayal, Bekir ve Arzu. Kader, iki kez aynı sınavı vermişti onlara. Hayal ve Arzu, dünyayı hiç görememişti.
Ama onlar, bu durumu şikâyet değil, şükür vesilesi saydılar. “Yüce Yaradan, görmeyen gözlerin yerine hisseden kalpler verdi bize,” derdi anneleri. Hayatın yükü ağırdı belki ama evdeki sevgi, o yükü hafifletiyordu.
Hayal, annesinin anlattığı hikâyelerle büyüdü. En çok da Turna Kuşunu severdi. “Hiç yere konmadan kırk gün uçarmış,” derdi annesi. Hayal, hayalinde hep o kuşla birlikte süzülürdü gökyüzünde. Dünya onun için kelimelerden, seslerden ve kokulardan ibaretti. Ama o buna da razıydı. Çünkü kulaklarında annesinin sesi, yüreğinde babasının duası vardı.
İlkokulu köyde okudu. Öğretmenleri onu çok severdi. Görmemesine rağmen defterini özenle tutar, sınıfın en başarılısı olurdu. Ta ki mezuniyet gününe kadar. Herkesin sevinçle kucaklaştığı o gün, Hayal’in içine bir sessizlik çökmüştü. Ortaokul için ilçeye gitmesi gerekiyordu. Ama ilçede görme engelliler için bir okul yoktu. Ya onu almazlarsa? Ya kimse onunla arkadaş olmak istemezse?
Geceleri kabuslarla uyanmaya başladı. Yemek yemez, kimseyle konuşmaz oldu. Annesi çaresizce başında oturur, sadece dualar ederdi. Babası ilçeye, kaymakamlığa, müdürlere........
© Pusula Gazetesi
