menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Türkiye’de Sosyolojik Bir Mesele Olarak Kamusal Ahlak Krizi

9 2
20.03.2025

Türkiye’de bir kamusal hukuk ve ahlak düzeninin oluşmamasında ilk suçlanan kesim devlet yöneticileri ve siyasetçiler olmaktadır. Bu tavır, bir yönüyle anlaşılabilir. Sonuçta böyle bir değişimin yaşanabilmesi için siyasetçilerin kararlı ve taviz vermeyen adımlar atmaları ve kendilerinin topluma örnek olmaları öncelikle beklenir. Diğer yandan mesele sadece siyasetçilerin aldıkları kararlar ve yaptıkları kanunlardan ibaret değildir. Daha ötesinde, toplumsal gerçekliğin kendine göre direnme mekanizmaları söz konusudur.

Biz ve onlar ayrımı, insan toplumsallığının en önemli kaynaklarından biri olarak kabul edilir. Bu ayrım, insan için zorunlu bir durum olan toplumsallığın yanında siyasallığın da temeli kabul edilmiştir. Toplumsallığımız çeşitli sosyolojik kaynaklara göre yakın ve uzak olduğumuz insanlarla ilişkilerimizin bir sonucudur. Toplum, insanları birleştirdiği kadar ayıran da bir gerçekliktir. Bu farklılıklar, ekonomik, siyasi, dinî, etnik sebeplere bağlı olarak gerçekleşebilir. Farklılıkların çatışmalara kaynaklık edebileceği düşüncesinden hareketle herkesin aynı inanca, değerlere ve dünya görüşüne sahip olduğu tam düzen halinde muhayyel bir toplum arayışı, ütopyalara kaynaklık etmiştir. Ancak ütopyaları model alan uygulamalar da birlikte yaşama meselesini çözememiştir.

Bir kültüre aidiyet duymak, bir dünya görüşüne sahip olmak ve sosyal statüye sahip olmak nasıl zorunluluksa başkalarıyla birlikte yaşamak da bir zorunluluktur. Kendimizi yakın hissettiğimiz ve “biz” diyebildiğimiz insanlarla dünyaya benzer bir yerden bakmak, her şeyden önce insanın kendisini güvende hissetmesi için gereklidir. Ancak onlar ya da öteki dediğimiz ve ayrıldığımız insanların da kendi aralarında bir biz oluşturdukları ve bütün bu çeşitliliğin birlikte toplumu oluşturduğu inkâr edilemez. Hatta aidiyet duyduğumuz birlikteliğin bölünme, parçalanma ve kendi içinde biz-onlar ikilemi üretme potansiyeli de daima vardır. Bu durum da insanidir ve toplumsallığın daima siyasallığı üretebilme potansiyeline işaret eder. Bu tartışmalar aynı zamanda ahlak ve siyaset felsefesi sınırlarında bir arada yaşama ile ilgili önemli yönlere sahiptir.

Şehrin Kamusallığı

Ötekilerle bir hayatı paylaşmak, insanlık tarihinde özellikle ilk kurulan şehirlerde önemli bir mesele olarak ortaya çıkmıştır. İnsanın olduğu her yerde ve aidiyet duyduğu bütün birlikteliklerde biz-onlar ikileminin oluşma ihtimali varsa da şehirlerin daha fazla farklılığa sahip olması ve aynı zamanda farklılaşmalara kaynaklık etmesi ayırt edici bir özelliktir. Sosyal düzeni aile, akrabalık ve aşiret yapıları ve köylerde sağlamak ile şehirlerde sağlamak, farklı toplumsal yapılar dolayısıyla değişmektedir. Göçebelikte, köyde ve mahallede benzerlerle ve yakınlarla birlikte yaşamak, şehirde daha az benzere ve yakına karşılık daha çok yabancılarla yaşamak şeklinde bir forma dönüşür. Antik Yunan’da şehir için kullanılan “polis”, vatandaşlık anlamında politeia’ya ve ince davranış, nezaket anlamına gelen polite’a kaynaklık etmiştir. Aynı kelime aşağı yukarı aynı anlama gelecek şekilde bugün Batı dillerinde hâlâ kullanılmaya devam etmektedir. Benzer bir durumu Arapça şehir anlamına gelen Medine üzerinden takip etmek de mümkündür. Medine, yani şehir ile medeni; yani şehirli olmak arasında doğrudan bir ilişki vardır. Şehrin kamusallığı insanlara yalnız ya da sadece kendileri gibi olanlarla yaşamadıkları gerçeğini dayatır. Bu da ister istemez kamusal düzen için siyaset, hukuk ve ahlakın birlikte var olduğu bir mekanizmanın işlemesini gerektirir. Bu mekanizmanın gündelik hayatta insanların başkaları ile yaşadığının farkında ve bilincinde olmaları ve kendilerinden farklı olanlara zarar ya da rahatsızlık vermemeleri şeklinde karşılıklı olarak işlemesi beklenir. Hz. Muhammed’in komşuluk ilişkilerinde birbirinden emin olma ve “Soğan, sarımsak yiyen mescide gelmesin” ifadesinde bir başkasını rahatsız etmeme yönündeki tavsiyeleri, tam da bu şuur ve farkındalığa işaret eder.

Birlikte yaşama tartışması, insanlık tarihi boyunca ortak iyi, dayanışma, ideal yönetim ve insan hakları gibi bağlamlarda düşünce tarihinin en önemli konularından biri olmaya devam etmiştir. İdeal olarak sunulan ve pek çok sorunu çözdüğü düşünülen fikir ve uygulamalar, zamanla yeni sorunların kaynağı haline de gelebilmiştir. Bu tür örnekler de çoktur. Ancak yaşanan bütün tecrübelere rağmen insanlığın bu ideal arayışı devam etmiştir ve hâlâ devam etmektedir.

“Biz” Bilinci

Türkiye’nin 250 yıllık modernleşme tecrübesinin en önemli meselelerinden biri de yine birlikte yaşama meselesi olmuştur. Anadolu’daki ve Balkanlar’daki varlığını köylerde ve şehirlerde dinî ve kültürel bir sosyal örgütlenme üzerine inşa eden zihniyetin zamanla yeni şartlarda başkalaştığı ve kendini sürdürmekte krizler yaşadığı inkâr edilemez. Özellikle Balkan Savaşları’nın Türkiye’yi kaçınılmaz bir şekilde ulus-devletleşmeye yönlendirdiği vasatta farklılıklarıyla kendisini bir devlete ve vatana bağlı hissedecek kitlenin nasıl tek millet haline........

© Perspektif