Sadık Çelik yazdı: Tarımda çıkış yolu
Bugün çiftçi borçla, tüketici yoksullukla, toprak ise susuzlukla terbiye ediliyor. Gıda egemenliği günbegün eriyor.
Akıllara Brecht’in o huzursuz edici sözü geliyor: Önce ekmek gelir, ardından ahlak…
Tohum hafızadır, su ortak miras, toprak ise gelecek. Tarlayı kaybeden, yalnızca mahsulünü değil, yarınını kaybeder.
Bu yazı ile önce tarım, hayvancılık ve gıdaya dair temel sorunların anatomisini çıkarmayı, ardından da onarıcı ve uygulanabilir çıkış yollarını önermeyi planlıyorum.
Kısacası, sofrayı kader olmaktan çıkarıp ekmeği yeniden adaletle bölüşmenin yollarını arıyoruz…
SORUNLAR
1. Kuraklık ve Yangınlar
Türkiye’nin tarımı, doğrudan iklimle hesaplaşmaya zorlanıyor. Küresel ısınmanın hızlandırdığı kuraklık, yalnızca su kıtlığı değil; ürün deseninden maliyetlere, köylünün geleceğinden tüketicinin sofrasına kadar uzanan zincirleme bir krizin adı. Bugün Konya Ovası’nda, Trakya’da, Çukurova’da, Türkiye’nin dört bir yanında yüksek su isteyen ürünler ekilmeye devam ediliyor. Oysa iklimin bu kadar değiştiği bir coğrafyada aynı ürün deseninde ısrar etmek, hem ekonomik hem de ekolojik intihar demek.
Vahşi sulama hâlâ alışkanlık; damlama ya da modern sulama teknikleri ise yeterince yaygınlaşmadı. Su tüketimi yüksek ürünler ülkenin su kaynaklarını tüketiyor.
Sadece kuraklık değil, ani don olayları da iklim dengesizliğinin başka bir yüzü olarak milyonlarca liralık zarara yol açıyor. Bu yıl özellikle Nisan ayında yaşanan zirai donlar, narenciyeden kayısıya, elma ve üzümden fındığa kadar pek çok üründe üreticiye ağır darbeler vurmuştur.
Akdeniz’in, Ege’nin dört bir yanında tarım arazileri ve orman ekosistemleri yanıyor. Yangın yalnızca doğayı değil, üretim alanlarını da yok ediyor; köylünün elinden geçim kaynağını alıyor, tüketicinin cebine yeni fiyat artışları olarak geri dönüyor.
Kısacası, iklim değişikliği artık soyut bir tehlike değil; her sezon bir biçimde tarımı vuran, gıdayı tehdit eden, toplumsal güvenliği zedeleyen somut bir gerçek.
2. Katmadeğer Eksikliği
Türkiye tarım ve hayvancılığının en yakıcı sorunlarından biri, üretilen ürünlerin yüksek katma değere dönüştürülememesi. Dünyada aynı ürün işleniyor, markalaştırılıyor, ambalajlanıyor ve onlarca kat daha fazla kazandırıyor. Avrupa’da bir peynirin kilosu yüzlerce euroya alıcı bulurken, bizde benzer ürünün fiyatı 3-5 Euro’larda takılı kalıyor. Üreticinin emeğini değersizleştiren, ülkenin tarımsal gücünü sınırlayan yapısal bir çarpıklık.
Sorunun temelinde altyapı eksiklikleri, modern işleme tesislerinin yetersizliği, ambalaj ve hijyen standartlarındaki geri kalmışlık, markalaşma çabalarının yokluğu yatıyor. Coğrafi işaret gibi üreticiyi güçlendirecek mekanizmalar da gerektiği kadar kullanılmıyor. Oysa bir ürün sadece tarlada değil, pazara nasıl çıktığıyla da değer kazanır. İşte tam bu noktada Türkiye, kendi potansiyelini elinin tersiyle itiyor.
Ürün bazında yaşanan dalgalanmalar da cabası. Bir yıl patates, soğan ya da domates altın değerinde olur; ertesi yıl herkes aynı ürüne yüklenince fiyatlar dibe vurur, ürün tarlada kalır ya da çöpe dökülür. Bu kısır döngü, plansız üretimin ve piyasa regülasyonunun yokluğunun en çıplak göstergelerinden biridir.
Katma değer eksikliği yalnızca üreticinin cebini boşaltmıyor; aynı zamanda üretim motivasyonunu da kırıyor. Köylü ürettiği ürünün gerçek değerini alamadığında toprağa küser, hayvana bakmaz, alternatif geçim yollarına yönelir. Böylece hem üretim azalır hem de tüketici pahalıya ve güvensiz gıdaya mahkûm olur. Katma değer yaratamayan tarım, sürdürülebilir değildir.
3. Tarım İlaçlarının Bilinçsiz Kullanımı ve GDO
Tarım zararlılarıyla mücadele için kullanılan ilaçlar, pestisitler kısa vadede verimi artırıyor gibi görünse de, uzun vadede toprağı zehirleyip üretkenliğini yok ediyor. Birkaç sezonda elde edilen kazanç, aslında geleceğin elden gitmesi demek. Üstelik sadece pestisitler değil; ürünün daha renkli görünmesi, daha iri olması, daha erken olgunlaşması ya da daha çok verim alınması için çeşitli hormonlar kimyasal gübreler ve diğer kimyasallar da kullanılıyor. (Pazar ya da market tezgahlarında elmalar birbirinin aynı, portakallar tornadan çıkmış gibi…) Türkiye’de sebze ve meyvelerin büyük bölümünde birden fazla pestisit kalıntısı çıkması, sadece denetim yetersizliği değil; tarımın bütününe sirayet etmiş yapısal bir sorunun göstergesi.
İhracat ürünlerinin kimyasal kalıntılar yüzünden geri dönmesi sıradan bir haber haline geldi. Avrupa’dan pestisit kalıntısı nedeniyle geri dönen ürünlerin Türkiye’de akıbeti de belirsiz… Avrupa Birliği, iade kararlarını kamuoyuna açık şeffaf sistemlerle duyururken, Türkiye’de böyle bir mekanizma yok.
Bir başka çelişki de GDO’lu ürünlerde karşımıza çıkıyor. Türkiye’de soya ve mısır gibi GDO’lu ürünlerin insan beslenmesi için ithalatı yasak, ama hayvan yemi olarak serbest. Oysa GDO’lu yemle beslenen hayvanın sütü ya da eti soframıza geliyor. Bu durumda “GDO’suz gıda” söylemi ne kadar inandırıcı olabilir? Avrupa Birliği ülkelerinde bu ürünlerin hayvan yemi olarak da yasaklanması boşuna değil; bilim insanları bu risklerin insan sağlığına etkilerini defalarca dile getirdi.
Organik ve iyi tarım sertifikalı üretim alanları ise son yıllarda hızla küçüldü. Yüksek maliyetler, yetersiz destekler ve piyasa baskısı, nitelikli üretimi cazip olmaktan çıkarıyor. Küçük üretici maliyet ve rekabet altında ezildikçe, daha fazla pestisite bağımlı hale geliyor.
Üstelik organik tarımın kendisi de güven vermekten uzak. Türkiye’de tüketici, “organik” etiketiyle çoğu zaman kandırılıyor. Gerçek denetim ve izlenebilirlik olmadan, sahte sertifikalarla sıradan ürünler organikmiş gibi satılıyor. Sonuçta çiftçi emeğinin karşılığını bulamıyor, tüketici yüksek fiyatla aldatılıyor, güven kavramı da hızla aşınıyor.
Gıda sektörünün tarımdan ve hayvancılıktan beslendiği düşünülürse, sorun yalnızca üretimle sınırlı kalmıyor. Sofralara gelen ürün, sağlığa şifa olmak yerine hastalık taşıyor. Tağşiş, hile, katkı ve kimyasal kalıntılar… Tarladaki denetimsizlik fabrikada da devam ediyor.
Ette, salamda, sosis, pastırma gibi ürünlerde kontrolsüz sodyum nitrat kullanımı da bunun çarpıcı örneklerinden. Tüketici bunun farkında bile değil. Oysa ya kısa vadede zehirlenmeye, ya da uzun vadede kansere, çeşitli kan hastalıklarına, erken bunama, Alzheimer ve Parkinson gibi hastalıklara yol açıyor. Kontrolsüz kullanılan tüm bu koruyucular, tatlandırıcılar ve katkılar, gıdayı besin olmaktan çıkarıp zehre dönüştürüyor.
Denetimsizlik, şeffaflık eksikliği ve tarımsal envanterin yıllardır güncellenmemesi, zehirli sofraların kader gibi sunulmasına yol açıyor.
Türkiye’de pestisitler ve GDO üzerinden patlayan gıda güvenliği krizi, aslında tekil bir tarım sorunu değil. Aynı siyasal mantığın ürünü: denetimsizlik, liyakatsızlık ve kamu yararının gözden çıkarılması. Orman yangınları da, otel yangınları da, diploma skandalları da… Hepsi aynı çürümenin farklı yüzleri.
4. Ruhsat ve Denetim Sorunu
Türkiye’de bir gıda işletmesi ruhsatı aldı mı, bu ruhsat süresiz geçerli oluyor. Yani bir kez alınan izin, yıllar boyunca herhangi bir yenileme veya yeniden incelemeye tabi tutulmuyor. Avrupa’da ise tam tersi: ruhsatlar belirli aralıklarla gözden geçiriliyor, işletmeler düzenli olarak denetleniyor.
Bir diğer sorun da ruhsat alma sürecinin işleyişinde. Avrupa’da bir işletme daha kurulmadan önce ruhsat talebinde bulunuyor: “Şu ürünü üreteceğim, şu projeyi hayata geçireceğim” diyerek onay alıyor. Türkiye’de ise işletme tamamlanıyor, üretim alanı hazırlanıyor, yatırım bitiyor; ancak ondan sonra ruhsat için başvuruluyor. Bu da birçok işletmenin ruhsat alabilmek için “sonradan eklenen” zorlama düzenlemelerle faaliyet göstermesine, ruhsatlandırılamayanların ise atıl kalıp ekonomik kayba dönüşmesine yol açıyor.
Denetim tarafı da benzer şekilde sorunlu. Türkiye’de gıda alanında yapılan denetimlerin ’i şikâyet üzerine gerçekleştiriliyor. Geri kalan kısmı ise birtakım özel gün ve haftalarda yapılan kontrollerle sınırlı kalıyor. Tarım Bakanlığı şikâyet geldiğinde hızlıca müdahale edebilse de, şikâyete bağlı bir sistem güvenli gıda için yeterli değil.
5. Et İthalatı
Türkiye’de hayvancılığı çökerten başlıca uygulamalardan biri, et ithalatı politikalarıdır. Kesik et ithalatı almış başını gitmiştir. Sektör büyük oranda dışa bağımlı hale gelmiştir. Canlı hayvan ithalatının da et açığını kapatmak için değil, yalnızca damızlık ırk geliştirmek amacıyla yapılması gerekirken; 2000’lerden itibaren geçici ve palyatif çözümlerle kapı sonuna kadar açılmıştır. Et fiyatlarını düşürmek için atılan bu adımların hiçbiri işe yaramamış, bugün kasapta fiyatların 1000 liranın üzerine çıkmasıyla fatura halka kesilmiştir. Avrupa’da tüketici ete 5–6 euroya erişebilirken, Türkiye’de fiyatlar katlanarak artmaktadır.
Ayrıca ithal edilen etlerin büyük kısmı da Avrupa’da tüketilmeyen yaşlı, düşük kaliteli hayvan etlerinden oluşuyor. Kendi vatandaşına layık görmediğini, biz sofralarımıza koyuyoruz. En acı tarafı da budur.
Sorunun temelinde devletin hayvancılığı zamanında ve doğru yöntemlerle desteklememesi yatıyor. Açılan krediler doğru ellere ulaşmadı, teşvikler geç verildi ya da eksik bırakıldı. Yıllar içinde atılan her yanlış adım, sektörü biraz daha kırılganlaştırdı. Bugün yaşanan kriz, aslında yıllardır biriken ihmalin kaçınılmaz........
© OdaTV
