Hayaldi, gerçek oldu: M4D’nin hikâyesi
2019’da başlayan Medya için Demokrasi (M4D) projesi, Türkiye basın tarihinde iz bırakan bir kolektif başarı öyküsüne dönüştü. Çılgın gibi görünen fikirler, güçlü bir dayanışma zeminiyle hayata geçti; alt-hibe programları, Medya Dayanışma Grubu, medya konferansları ve ortak deklarasyonlarla bir meslek dayanışması anıtı kuruldu. Bu yazı, o sürecin içinden bir tanığın selamıdır.
2019 yılında başladığımız Medya için Demokrasi, Demokrasi için Medya (M4D) yolculuğu, sadece bir proje değil; Türkiye’de gazetecilik alanında dayanışma ve çoğulculuğun yeniden inşa edilmeye çalışıldığı bir emek hareketiydi. İçinde umut vardı, inat vardı, çokça da inanç. Türkiye’de gazetecilik, bugün olduğu gibi o gün de baskı altındaydı, ama bir araya gelmeye, birlikte düşünmeye, birlikte üretmeye dair hâlâ umut vardı. Biz de o umudu paylaşan Cemiyetimiz ve birkaç çılgın kişi olarak yola çıktık.
Bu projede, yüzlerce gazeteciyle yolumuz kesişti. Eğitimler, atölyeler, haber üretim destekleri, medya okuryazarlığı buluşmalarıyla onlarca şehirde mesleki ve insani bağlar kurduk. Kimi zaman sadece dinledik, kimi zaman yol gösterdik; ama hep birlikte yürümeye çalıştık.
Bu uzun soluklu yolculuğun belki de en anlamlı, en kalıcı kazanımlarından biri Medya Dayanışma Grubu oldu. Başlangıçta, yalnızca bir proje yürütme aracı olarak kurgulanmış gibi görünse de, zamanla bambaşka bir anlam ve derinlik kazandı. Farklı ideolojik eğilimlerden, farklı örgütsel geleneklerden, hatta zaman zaman birbirinden hayli uzak durduğu düşünülen meslek örgütlerinden temsilciler, aynı masaya oturdular. Sadece oturmakla kalmadılar; konuştular, tartıştılar, dinlediler, fikir ürettiler, sorumluluk aldılar, en çetrefil konularda birlikte dayanışma içerisinde durabildiler. Bu ülkede, özellikle medya alanında, bunun ne kadar zor, ne kadar kıymetli bir şey olduğunu bilen bilir.
Bu grup, zamanla sadece bir “koordinasyon grubu” olmanın ötesine geçti. Ortak aklın mayalandığı, karşılıklı saygının ve yapıcı eleştirinin birlikte var olabildiği nadir bir alana dönüştü. Hiçbir örgüt diğerinin önünde ya da ardında olmadı. Kimse “büyüklüğüne”, “tarihine”, “temsil gücüne” yaslanarak üstünlük talep etmedi. Tam tersine, tüm bileşenlerin eşit söz hakkına sahip olduğu, kimsenin tahakküm kurmadığı, her meslek örgütünün özgür iradesiyle katkı sunduğu bir model ortaya çıktı. İşte bu eşitlik zemini, bu gönüllü iş birliği ruhu, sürecin başarısını mümkün kılan en sağlam temeldi.
Açık konuşmak gerekirse, o toplantılarda yaşananlar sadece alınan kararlardan ibaret değildi. Bugün hâlâ geriye dönüp o toplantı notlarını okuduğumda, satır aralarında bir kültürün filizlendiğini, bir güven ortamının yeşerdiğini ve mesleki ahlakın sessizce yeniden kurulduğunu hissediyorum. O grup, “dayanışma” kelimesinin içini yalnızca doldurmadı; ona anlam, içerik ve işlev kattı. Lafla değil, fiilen kurulan ve kurulmasında, mütavazılık edemeyeceğim, büyük emeğim, katkım olan bir dayanışmanın adıdır o yapı. Ve şimdi dönüp baktığımda, projenin en özgün, en onarıcı yanlarından biri olarak kalbimde ayrı bir yer tutuyor.
Bu sürecin bir diğer mihenk taşı kuşkusuz Medya Konferansları oldu. Başlangıçta kulağa biraz “fazla iddialı” gelen bu fikir, projenin en cesur ve en dönüştürücü hamlelerinden biri hâline geldi. Türkiye gibi medya alanının hem yapısal sorunlarla hem de siyasal baskılarla kuşatıldığı bir ülkede, farklı dünya görüşlerinden gazetecilerin, medya çalışanlarının ve meslek örgütlerinin bir araya gelip derinlemesine tartışabileceği bir zemin kurmak… Kolay değildi. Ama biz bunu denemekle kalmadık, başardık.
İlk yıllarda konferanslara yönelik yaygın sorulardan biri şuydu: “Gerçekten bu kadar farklı düşünen insanlar aynı salonda, aynı konular üzerinde konuşabilir mi?” Cevabı, sahnede değil; salondaki sessizlikte, göz göze gelen tereddütlerde ve zamanla çözülüp yerini güvene bırakan yüz ifadelerinde saklıydı. Konuşmakla kalmadık; gerçekten dinlemeyi, karşıdakini anlamaya çalışmayı, fikir ayrılığının düşmanlık olmadığını öğrendik. Tartıştık, zorlandık, kimi zaman aynı cümlede buluştuk; kimi zaman ise uzlaşamamanın olgunluğunu taşıdık.
Konferanslarda ele alınan konular, gündelik polemiklerin çok ötesindeydi. Basın özgürlüğü, ifade alanlarının daralması, medya sahipliği yapısının demokratik habercilik üzerindeki etkileri, dijital platformların yükselişi, veri gazeteciliği, kadın gazetecilerin meslek içindeki görünmez emeği, yerel medyanın ekonomik ve yapısal krizleri, etik ikilemler, siyasi baskı biçimleri… Tüm bu başlıklar; çok sesli ama aynı zamanda saygılı, yapıcı ve ortak zeminde düşünmeyi mümkün kılan bir atmosferde ele alındı.
Konferansların en özgün yönlerinden biri de, katılımcı profilinin yalnızca “merkez” ya da “ünlü” gazetecilerle sınırlı olmamasıydı. Anadolu’nun dört bir yanından gelen genç gazeteciler, yerel medya temsilcileri, sendikacılar, akademisyenler, dijital içerik üreticileri, kadın odaklı medya kolektifleri ve serbest çalışan gazeteciler aynı oturumlarda söz aldı. O salonlar, Türkiye medya dünyasının küçük ama gerçek birer kesitiydi. Kimi zaman çekingen ama ısrarlı sorular, kimi zaman beklenmedik........
© Muhalif
