menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Saraçhane’den Silivri’ye: İmamoğlu Yokuşu, Özgür Özel Virajı mı?

11 1
27.03.2025

Ekrem İmamoğlu'nun tutuklandı ve ülke dört bir yandan ayaklandı. Gençler, öğrenciler, vatandaşlar; sokaklar dolusu yürüyüş, gösteri, itiraz, boykotlar, isyan.

İmamoğlu için mi, hak, hukuk, adalet için mi… Belki de yalnızca “Biz buradayız,” demek için…

İktidarın gölgesindeki devletin tüm kolları firesiz bir orkestra gibi çalarken… Böylesine tek maestrolu katı bir düzen içinde, muhalefet partisi, muhalif belediyeler akılsızca ve izansızca riskler alabilir mi... Dijital çağda ve dijital araçların tümünün, “mutlak erk” tarafından kendi hükmünü devam ettirmek için rahat, kolay ve canının istediği gibi kullanılabilirliği ortadayken… Alıp verilen her nefesin kayıt altında olduğunu unutabilir mi muhalefet partisi yöneticileri… Sistem bu kadar açıkken, fırsatçılığa kapılmak, bu kadarına cesaret etmek.. gerçekten mümkün olabilir mi… Üstüne bir de birbirini ele vermek…

Kıbrıs'ta sınavsız girilen iki yıllık bir okuldan ülkenin en köklü üniversitesine transfere dayanan (ki Galatasaray Üniversitesi gibi köklü bir bilim yuvasına bile bu yolla profesör olunabilen arızalı bir sistemin neticesidir bu… Bazıları gaz yağı lambalarında ter dökerken, dirsek çürütürken, bir yanda FETÖ’nün çaldığı sorularla en iyi üniversitelere girenler, diğer yanda da böyle yan yollardan kapak atanlar… Karşılaştırmak doğru değildir belki ikisini ama biraz da benzemiyor mu gerçekten…) ve nihayet iptal edilen diploma; yolsuzluk, usulsüzlük iddiaları; ortaya dökülmeye başlayan para alışverişiyle ilgili ses kayıtları… Bir de Erdoğan’a bakılırsa “turbun büyüğü de henüz heybedeyken…”

Yapılan tüm bu suçlamalar ve fazlasıyla ilgili iktidarın ve aparatlarının 0 haklı olduğunu kabul edelim, geri kalan p de İmamoğlu ve muhalefet haklı olsun. Ne yapmalıyız bu durumda? Takınılması gereken doğru tavır nedir? Ülkenin geleceğine dair sorunları çözümlemede düşülen çıkmaz yol… Peki daha doğru, üçüncü bir seçeneğimiz neden yok? Neden hep kırk katır mı kırk satır mı kıskacında sıkışıp kalıyor bu ülke? İmamoğlu mu, Erdoğan mı? Son yaşananlarla birlikte bu iki kutup arasında sıkıştırıldık adeta.

Halbuki CHP gibi köklü bir parti, Atatürk’ün partisi, tarihinden ve misyonundan aldığı güçle çok daha fazlasını sunabilir: Yeni bir yol, yeni bir vizyon…

Bu ülke, yirmi küsür yıldır kötü yönetim politikaları, türlü çeşit adaletsizlikler, hukuksuzluklar ve şimdi de diploma sahtecilikleri, yolsuzluklar, usulsüzlüklerle anılıyor. Akıllı, zekalı, donanımlı, bilge insanlar bu ülkeden kaçıyor veya sesleri bastırılıyor. Geriye kalanlarla da ülke duçar, perişan oluyor…

Bütün bunların bedeline gelince… Onu elbette her zaman olduğu gibi halk ödüyor.

MEYDANLAR NEDEN DOLDU?

Türkiye'deki demokrasinin içine düştüğü bunalım, siyasi arenada bir rejim mücadelesine dönüşmüştür. Batılı demokrasilerde politika, hizmet ve yönetim vaatleriyle şekillenirken; ülkemizde adeta bir güç oyununa, rejim değişikliğine yönelik bir mücadeleye evrilmiştir. Halkın iyiliğini hedeflemekten ziyade, yönetim biçimlerini dönüştürme çabası gibi görünmektedir.

Batı’da politika, "polis"ten gelir; yani şehirde olup bitenleri konuşmak, birlikte yönetmek demektir. Müzakere, diyalog ve ortak akıl siyasal sürecin temelidir. Ama bizim gibi ülkelerde siyaset, çoğu zaman bir “seyislik sanatı”na dönüşür. Toplum güçlüdür, dirençlidir; ama onu itaatkâr hale getirmek için yönetenler bazen cezaya, bazen ödüle başvurur. Yani siyaset, bir atı terbiye eder gibi toplumu kendi güdümüne sokma sanatına dönüşür.

Bu yüzden de ülkemizde siyasi iktidarların yargıyı bir silah gibi kullanma girişimleri, hukukun kutsiyetini zedelemekte; doğrudan adaletsizliklere ve kanunsuzluklara yol açmaktadır.

Çok büyük hukuksuzluklar gördük bu topraklarda. Mahkeme salonları, adaletin değil, gücün dekoru oldu çoğu zaman. Coğrafyamızdaki iktidar hırsı, sadece yönetme arzusundan değil; ülkenin tüm kaynaklarını sahiplenme, mutlak otoriteyle her şeyi denetleme arzusundan besleniyor. Söz konusu arzunun ardında ise neredeyse ilahi bir heves var; tanrının yeryüzündeki temsilcisi gibi davranma isteği. İktidar burada sadece bir makam değil, bir varoluş biçimi.

Oysa demokratik ülkelerde başka bir şey oluyor. Bir hata yapıldığında iktidar makamında olanlar, gerek cumhurbaşkanı, gerek bakanlar ve milletvekilleri, gerekse yerel yöneticiler çekiliyor, özür diliyor, istifa ediyor! Gitmek, silinmek gibi değil. Onurlu bir ara, belki sonra tekrar dönüş, belki huzurlu bir son… Ya bizde? Burada iktidar kaybedilmez, burada iktidar uğruna her şey mübahtır… Bu ihtiras, bu kavga, bu doymak bilmeyen şiddet… Nedir bu? Nedir bu kör hırsın kökeni?

İşte bu yüzden, sadece adalet değil, siyaset de yoruldu bu ülkede. Şimdi herkes sahnede; mağdur rolünde olan da, zalim kostümü giyen de…

İmamoğlu'nun bir şafak operasyonuyla, şok edici bir biçimde göz altına alınışı ve sonrasında tutuklanması, halihazırda mevcut duurmdaki onunla ilgili bu mağduriyet algısını daha da pekiştirdi. Böylece insanlar sokaklara, aslında somut bir karşılığı olmadığını herkesin bildiği sembolik sandıklara koştu. İmamoğlu ile ilgili iddiaların ne kadarı doğruymuş, ne kadarı yalanmış, kimsenin çok da umrunda değildi. İnsanlar, birincisi, mağdur olduğunu düşündüklerine, ikincisi de hasret kaldıkları hak, hukuk, adalete sahip çıkmak istedi. O kalabalıkların içinde, yarım kalmış Gezi’nin hevesi, yıllardır bastırılmış öfkesi de vardı…

Aslında en mağdur, halkın bizzat kendisiydi. Yaşam standartları diplere çekilmiş, ne ekonomik, ne hukuki, ne de toplumsal güvencesi kalmış… Üstelik ona gerçek anlamda sahip çıkan kimse yoktu…

***

O gençler... O yürüyenler... Üniversitelerden alanlara, alanlardan meydanlara dökülen tertemiz çocuklar. Demokrasi, özgürlük, adalet diye bağırıyorlar. İnandıkları için, saf bir öfkeyle, gerçek bir isyanla. Ama asıl acı olan şu: Bugün bu çocuklar, birçoğu Erdoğan’la doğup büyüyen nesil. Gözlerini açtıklarında gördükleri şey; çarpıtılmış bir hukuk, çifte standartlı bir adalet, kirli bir sistem, liyakatsizlik. Bu düzen, onların zihinlerinde “adalet” kelimesini çoktan aşındırdı… Her şeyin iftira olduğuna inanmaları, içine doğdukları bu hastalıklı sistem düşünüldüğünde, çok doğal.

Ancak insan düşünmeden edemiyor. Bu gençler “Biz kimi savunduk?” diye soracaklar belki bir gün. Bu sezgi, içlerini kemiren o belirsiz huzursuzluk, öyle kolay bastırılamaz. Kimse İmamoğlu’nu zihninde, kalbinde yüzde yüz aklayamıyor. “Hayır, o asla yapmaz,” cevabını net biçimde duyamıyorsunuz. İhaleler, usulsüzlükler, kadrolaşmalar… Beylikdüzü’nden bugüne uzanan o dar çevre… Aynı ekiple İstanbul’un tamamına hükmetmeye kalkmak… Adeta partiyi teslim almak… Tüm o hırs…

İmamoğlu aslında o meydanları dolduran renkli kalabalık için sembol bir isimdi aslında, doğru. CHP, tarihsel olarak İmamoğlu’ndan da büyüktür. Bugün ise birkaç kişinin şahsi ajandası, partiyi ideolojik çizgisinden uzaklaştırıyor. Sosyal demokrat bir partide, liyakatın, şeffaflığın, eşitliğin tartışmasız olması gerekmez miydi? Nerede o “her ay bütçeler yayımlanacak” vaatleri? Nerede o ilan panolarına asılacak harcamalar?

Bugün sokakta yürüyen gençler, belki farkında olmadan bir sistem eleştirisi değil; bir kişilik kampanyasına destek veriyor. 1970’lerde üniversite öğrencileri, tam bağımsız Türkiye, demokratik üniversite, özel yüksek okulların kapatılması için yürüyordu. Bugün ise üç kuruşluk menfaat ilişkileriyle örülmüş, karanlık bağlantıların dehlizlerinde sürükleniyorlar.

Toplum sorgulama yetisini çoktan rafa kaldırmış gibi. Herkes kendi cephesinden bakıyor. Muhalifler, CHP’liler yolsuzluk yapmaz, (tıpkı 70’lerin sonunda Demirel’in dediği gibi; “Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtmezsiniz…”) görüşüne sarılmak istiyor. Sol, zaten doğası gereği şeffaftır diye düşünülüyor. İçten içe şaibeyle sarılı olsalar da. Oysa ki gerçekler hep bir kenarda birikiyor. Ve gün geliyor, sustuğumuz her şey kulaklarımıza birer çığlık olarak doluyor.

***

CHP’nin tüm siyasi çatışmalardan, siyasetin kirli oyunlarından, isimlerden, etiketlerden, kurumlardan büyük olduğuna inanan ve buna rağmen (ya da bu yüzden!) Pazar günü sandığı gidip dayanışma oyu vermeyenler belki de bu tavrı, bu kez bir oy pusulasına sığmayacak kadar kirli bir tablonun, tutmamış bir oyunun parçası olmak istemedikleri, halkın saf ve iyi niyetli........

© Muhalif