menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Kayıp Meslekler, Kırık Hayatlar

7 6
thursday

İnsan yalnızca yaşayan, tüketen bir beden değildir; aynı zamanda anlam üreten, topluma katkı sunan bir varlıktır. İş, sadece geçim kaynağı değil; kimliğin, onurun ve aidiyetin temelidir. Meslek sahibi olmak, insanın kendini hayata bağladığı en güçlü halkalardan biridir.

Bugünse bu halka giderek zayıflıyor. Mesleksizlik, çağımızın sessiz salgınına dönüşmüş durumda. Kimisi hiçbir meslek edinmiyor, kimisi yıllarını verdiği mesleğini icra edemiyor, kimisi de mesleğini ancak ve yalnızca bir unvan olarak taşımakla yetiniyor. Bu durum yalnız bireysel değil; toplumsal bir kırılmadır.

Mesleksizlik yalnızca bireyin hayatını değil, siyasetin kendisini de çarpıtır. Çünkü mesleği olmayan, kimliğini işinden değil, iktidara, genel merkeze, güce yakınlığından üretir. Türkiye’de siyaset büyük ölçüde devletin ve yerel yönetimlerin olanakları üzerinden finanse ediliyor. Mesleği olmayan pek çok kişi, bu kaynaklardan geçinerek siyasetin bir aparatı hâline geliyor. Sağda da solda da tablo farklı değil. Böylece siyaset, mesleklerin yerine geçen sahte bir mesleğe dönüşür. “Ne iş yapıyorsun?” sorusuna verilen yanıtın “siyasetçiyim” olması da bu yanılgının bir göstergesidir. Oysa siyaset, bir meslek değil; farklı mesleklerden beslenmesi gereken bir temsil alanıdır.

Bugün partilerin kadrolarına bakıldığında, düzenli bir üretim pratiği olmayan, yalnızca siyaset üzerinden varlık bulan insanların ağırlığı dikkat çekiyor. Mesleğiyle hayatını sürdüren, kendi ayakları üzerinde duran siyasetçiler daha tutarlı ve dik bir duruş sergilerken; mesleksiz kalanlar, mecburen gücün gölgesinde yaşamayı tercih ediyor. Bu da siyaseti bağımsızlıktan uzaklaştırıyor, çıkar ilişkilerine teslim ediyor.

Bu boşluk, siyaset sahasını “geçim kapısı” olarak gören bir zümrenin oluşmasına yol açıyor. Belediye veya bakanlık çevresinde “iş takibi” yapanlar, meclis üyeliği ya da milletvekilliği gibi makamların sunduğu maddi imkânlar ve ayrıcalıklar için siyasete yöneliyor. Huzur hakkı, milletvekilliği maaşı, emeklilik düzenlemeleri, ihaleler ve imar süreçleri, bunların açtığı kapılar ve getirileri, kimi zaman siyaset zeminini kariyer planı hâline getiriyor. Bu ağ, yerel düzeyde de, parlamento düzeyinde de kendini yeniden üretiyor: Babadan oğula, kuşaktan kuşağa aktarılan bağlantılar, delegelik mekanizmalarıyla güçleniyor.

Bu yapı, siyasetin tabana inmeyen, merkez çevresinde dönen bir sistem haline gelmesine neden oluyor. Delegelikten başlayan adaylık süreci, milletvekili, belediye meclisi üyeliği ya da belediye başkanlığında halkın önüne yalnızca onay için konuyor. Seçim, temsilde adaleti de yönetimde istikrarı da sağlamıyor. Halk, ikinci hatta üçüncü sırada seçmen konumunda. Asıl belirleyici olan örgütler ya da genel başkanlar. Sonra da biz buna demokrasi diyor, övünüyoruz. Oysa övünülecek hiçbir yanı yok. Çözüm, delegelik sisteminin kaldırılmasından, kapalı aday belirleme süreçlerinin sadeleştirilmesinden, adaylığın ve temsilin önce partinin tabanıyla, sonra da sade yurttaşın meşru katılımıyla tesis edilmesinden geçiyor. Parti içi demokrasinin güçlendirilmesi, partiler yasasında, seçim sisteminde, seçme-seçilme pratiklerinde köklü değişiklikler gerektirir. Ayrıca milletvekilliği, belediye meclis üyeliği, belediye başkanlığı gibi ünvanlar cazip bir ayrıcalık alanı olmaktan çıkarılmalıdır. Maaşlar, huzur hakları ve diğer imkânlar üst düzey bir memurun gelirini aşmayacak düzeyde tutulmalı; makamların sağladığı imtiyazlar sınırlandırılmalıdır. Mesleği olmayan, vergi vermeyen, kendi kazancıyla ayakta duramayan kişilerin siyaseti bir geçim kapısı olarak görmesinin önüne geçilmelidir. Siyaset, ancak mesleğiyle topluma katkı sunmuş ve sorumluluk üstlenmiş insanların alanı haline gelirse sağlıklı bir temsil mümkün olabilir. Ancak bu şekilde siyaset, toplumun önüne geçmektense topluma hizmet eden bir alan haline gelebilir.

Başka türlü, siyaset aynı dar çıkar ağları tarafından yeniden üretilecek; meslek sahibi olmayanların yarattığı boşluk dolmayacaktır.

Üstelik sorun yalnızca mesleksizlik değil; aynı zamanda tekdüzelik. Bir partinin yönetim organlarının, parti meclisinin ve merkez yürütme kurulunun neredeyse tamamının tek bir meslek grubuna; örneğin hukukçulara teslim edilmesi, siyaseti dar bir meslek havzasına sıkıştırıyor. Üstelik bu hukukçuların önemli bir kısmı, mesleğini gerçek anlamda icra etme yetkinliğine bile sahip değil. Hukukçu kimliğini yalnızca bir unvan olarak taşıyan bu kadrolar, partiyi hayatın bütün alanlarını temsil etmekten uzaklaştırıyor. Böylece siyaset, tek bir meslek grubunun dar bakışına teslim oluyor; adeta bir ahtapot gibi o bakış açısı her yeri sarıyor.

Burada ayrıca hukuk fakültelerinin niteliği meselesi de belirleyici. 80 öncesi fakültelerden yetişen hukukçular ile sonrasında açılan fakültelerden çıkanların kalibresi arasında büyük farklar var. Kaliteli fakülteler elbette hâlâ mevcut; ama ülkede ciddi bir hukukçu enflasyonu yaşanıyor. Mesleğini yapabilecek donanıma ve yeterli nosyona sahip olmayanlar, siyasete sığınıyor. Çünkü hukukçu olmak, siyasette bir üst kimlik ve egemenlik alanı gibi görülüyor. Bu sınıf, partilerin milletvekili sıralarını ve etkili makamlarını adeta kontrol altında tutuyor. Hukukçular dışında kimi zaman, özellikle yerel yönetimlerden gelen çok sayıda mimar da siyaset sahnesinde kendine yer edinmiş durumda.

Türkiye’de en zeki çocukların büyük bölümü, özellikle orta sınıfın ve yoksul ailelerin çocukları, tıp fakültelerini tercih ediyor. Fakat siyasete baktığınızda doktorların sayısı yok denecek kadar az. Yıllar süren........

© Muhalif