İstanbul’u imar adaleti kurtaracak (Değiştirilmesi gereken Boğaziçi imar yasası ve kentsel dönüşüm)
İstanbul 23 Nisan’da 6.2 büyüklüğünde sarsıldı.
Ancak toplumda, artık tektonik sarsıntılardan çok, bilgiye duyulan güven sarsılıyor. Deprem olur olmaz ekranlara çıkan uzmanlar, halkın kafasındaki soru işaretlerini büyütmekten başka bir şey yapmıyor. Naci Görür, Celal Şengör gibi isimlerden oluşan bir taraf, bu depremin, beklenen büyük depremin habercisi olduğunu ve bu depremin 7.5 ve üzerinde olacağını söylüyor. Şener Üşümezsoy ve Ahmet Ercan gibi isimlerin konumlandığı diğer taraf ise, 6.2’lik bu sarsıntının büyük depremin ta kendisi olduğunu, bundan daha büyük bir depremin beklenmediği görüşünde.
İşin asıl üzücü ve endişe verici yanı nedir biliyor musunuz? Artık konuşulanın fay hattı değil, çıkar hatları olması. Zira sadece veriler değil, niyetler sorgulanıyor. Bir kısım bilim insanının büyük inşaat firmalarına danışmanlık yaptığı, bu şirketlerin ticari beklentilerine paralel açıklamalar yaptığı iddia ediliyor. Bazıları için bu iddialar karalama. Ama toplumun gözünde bu yalnızca bir söylenti değil; hakikatin bulanıklaştığı, bilimin güven kaybettiği bir tablo.
Artık insanlar deprem bilimcileri dinlerken, “Bu açıklama kimin işine yarıyor?” sorusunu sormadan edemiyor. Ekranda konuşan bilim mi yoksa piyasa dili mi, bunu sorguluyor.
Bu noktada yaşanan güven kaybı sadece akademiye değil, toplumsal akla da bulaşıyor. Gerçek bilgiyle manipülatif söylem arasındaki sınır silikleştiğinde, halk da hazırlıklı olamıyor. Çünkü neye, kime, hangi veriye güveneceğini bilemiyor…
***
Deprem olacak ya da olmayacak. Belki büyük olacak, belki küçük. Belki yarın, belki üç asır sonra… Ama mesele bu değil.
Evet, Marmara’daki fay hattı şehir merkezinin içinden geçmiyor. Ama Maraş’ta, Hatay’da geçti. Sonuç ortada. Ama mesele sadece fay hattı değil. Mesele, fay hattına uygun bir şehir aklı geliştirip geliştirmediğimiz.
Mesele, kaçınılmaz olanı bile bile hareketsiz kalmak. Bilgiyi bilince dönüştürememek. Bilimi çıkarın önüne koyamamak.
Her şeyi konuşup hiçbir şey yapmamak… Bu, doğanın değil, kaderin değil, bizzat insanın kusurudur.
***
1999’dan bu yana, bu ülke yaşanan her depremden sonra aynı soruyu soruyor: “Hazır mıyız?” Üzerinden bir kuşak geçti ama biz, hâlâ 1999’un ardından konuşulanları tekrar etmekten öteye geçemiyoruz. 26 yıl geçti ve İstanbul depreme hazır değil. Bu durum artık bir ihmalkârlık değil; toplumsal bir ayıptır. Toplumsal bir hafıza kaybının ve siyasal bir vizyonsuzluğun sonucudur.
İstanbul’da özellikle 1999 öncesinde inşa edilen yapıların en büyük talihsizliği, sadece eksik denetim ya da bilinçsiz planlama değil; bizzat kullanılan malzemedir.
O yıllarda köyden kente göçle birlikte, gecekondu kültürü apartmankondulara evrildi. İnşaatlar hızla ve kontrolsüzce çoğaldı. Bu süreçte binlerce yapıda, teknik açıdan son derece sakıncalı ve ölümcül olan deniz kumu kullanıldı. Tuz ve klorür içeren deniz kumu, başta donatı çeliği (inşaat demiri) olmak üzere tüm yapı elemanlarında korozyona (paslanma ve yapısal çürüme) neden olur. Çünkü tuz, zamanla, 15-20 yıl içinde, betonu içeriden kemirir; demiri zayıflatır; çimentonun bağlayıcılığını bozar.
Bu da demek oluyor ki, deniz kumuyla yapılan binalar, yıllar içinde kendi kendini imha eden birer yapısal bombaya dönüşür.
Nitekim bugün elinizi sürdüğünüzde un gibi dağılan kolonlar, kendi kendine çöken binalar, bu ihmalkâr sürecin sonucudur.
O dönemde Marmara açıklarından getirilen deniz kumları; teknelerle, mavnalarla kente taşındı. Bunları satanlar, alanlar, kullananlar belliydi. Peki tüm bunlar alenen olup biterken yerel yönetimler, merkezi idare, akademi dünyası neredeydi?
Ne acıdır ki bugün elimizdeki yapı stoğunun ’e yakınının bu şekilde, deniz kumuyla inşa edildiği tahmin ediliyor.
***
Bugün hâlâ bu şehir, olası bir büyük depremde, yıkılmanın eşiğinde bekletiliyorsa, sadece müteahhitleri değil, bu düzene göz yumanları da sorgulamak gerekir. Planları çizenler, ruhsatları verenler, görmezden gelmeyi alışkanlık haline getiren yerel ve merkezi otoriteler… Hepsi günahkar. Sadece zemin değil, sistem de kaygan.
Sorumluluk, sadece o binayı yapanın değil; o yolu açanın, denetlemeyenin, sessiz kalanındır. Bu yüzden suç çimentoda değil; onay mührünün bastığı her evrakta, her ihmalde, her suskunlukta aranmalıdır.
Olası bir İstanbul depreminde yaşanacak kayıplar, doğanın değil; sistemsizliğin faturası olacak.
***
Deprem sadece İstanbul’un değil; Ege'den Doğu Anadolu’ya uzanan geniş bir coğrafyanın da meselesi. Elazığ, Hatay, Maraş, Erzincan, Bolu, Gölcük… Her biri bize aynı cümleyi fısıldıyor: Bu kader değil, tercihtir…
Biz, ne yazık ki güvenliği lüks; sağlam yapıyı ayrıcalık haline getirdik. Böyle olmamalı. Zemine uygun binalar inşa edilmeli; kullanılan betonun, demirin, tüm malzemenin kalitesi bilimsel standartlara dayanmalı. Mimarlık, mühendislik ve statik hesaplar, çağın gereklerine ve bu çağın deprem gerçekliğine göre yapılmalı. Bu arada betonun kalitesi kadar, vicdanın kalitesi de ölçülmeli..
Felaketi fırsata çevirmek mümkündü, hala mümkün. Fırsat derken rantı değil, ortak aklı ve toplumsal güvenliği kastediyoruz.
Kentsel dönüşüm adı altında yürütülen çarpık projelerden değil; halkı teşvik eden, ona kendini güvende hissettiren, kamu yararını esas alan gerçek dönüşümlerden, kalıcı çözümlerden söz ediyoruz.
Çünkü bugün tablo açık: Parası olan, binasını yenileyerek kaderini satın alıyor. Parası (ve başka seçeneği) olmayan ise, kaderini sırtlayıp riskin tam ortasında yaşamakla yetiniyor.
Peki ama bu böyle mi sürecek?
BOĞAZİÇİ İMAR YASASI
18 Kasım 1983 tarihli ve 2960 sayılı Boğaziçi İmar Kanunu, İstanbul’un eşsiz siluetini, tarihî dokusunu ve doğal güzelliklerini korumak amacıyla hazırlanmıştı. Amaç, kamu yararını gözetmek, yapılaşmayı sınırlamak ve bu benzersiz coğrafyada bir düzen oluşturmaktı. Kâğıt üzerinde…
Gerçekte ise bu yasa, yıllar içinde eşitsizlik ve çifte standart üreten bir düzenin sembolü haline geldi.
Kanunun hazırlık süreci, 12 Eylül askeri yönetiminin gölgesinde şekillendi. Yasa yürürlüğe girmeden hemen önce, bazı ayrıcalıklı çevrelerin sessizce yapılaşmaya gittiği biliniyor. Kıyı şeridinde yükselen yalılar, görkemli köşkler ve geniş konutların bir kısmı işte bu sessizlikte hayat buldu. Ardından getirilen yasayla bölge "sit alanı" ilan edildi ve geri kalanlara fiilen bir dokunulmazlık perdesi indirildi.
Bir yurttaş, anadan babadan kalan, tapulu arsasına çivi çakamıyor. Ama öte yanda; hazine arazileri, ormanlar, kamusal yeşil alanlar birileri tarafından yağmalanıyor. İmar planları, eşitlikten çok istisnaların diliyle konuşuyor. Aynı sokakta, yan yana iki parsel düşünün. Biri için “tamamına inşaat yapılabilir” ruhsatı çıkarılmış; veya bir şekilde yolunu bulanlar, işi ustaca (!) yürütmeyi başarmış. Diğerindeyse, yasaya saygılı davranan vatandaş, bırakın inşaatı, küçük bir tadilat için bile hareket alamıyor.
1983’ten bu yana, yeşil alanların, sit bölgelerinin, kamuya ait arazilerin önemli bir kısmının yapılaşmaya açıldığı açıkça görülüyor.
Kimin lehine?
Hukuka sadık kalanların lehine olmadığı........
© Muhalif
