menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Harim-i İsmet ve Yanlış Hesap: CHP’de Kuvayı Milliye Ruhu Yeniden Doğmazsa, O Ayna Hep Kırık Kalacak

16 0
05.06.2025

CHP Genel Merkezi'nin koridorlarında artık sadece siyaset değil, tedirginlik dolaşıyor. Özgür Özel’in CHP Genel başkanı seçildiği kurultaya dava açıldı. Kılıçdaroğlu mağdur; İmamoğlu ve Özgür Özel ile Özgür Çelik, Cemil Tugay, Rıza Akpolat gibi isimler şüpheli sıfatıyla…

Kurultayın iptali, olasılık değil, ihtimal değil, gerçekleşmesi kuvvetle muhtemel bir senaryo artık. Bu yüzden de gözler yeniden aynı isme çevriliyor: Kemal Kılıçdaroğlu.

Kurultayın iptali davası 30 Haziran’a ertelendi ki yeni yasama yılına sarkması da muhtemel…

Görünüşe göre 38. Kurultay, mutlak butlan ile iptal edilecek. CHP Genel Merkezi’nde de mahkemeden mutlak butlan kararı çıkacağına dair güçlü bir beklenti var. Pek çok isim de pozisyonunu bu olasılığa göre belirliyor, şimdiden hazırlık yapıyor.

Kurultay delegelerinin iradeleri sakatlanmış sayılacak ve 38. Kurultay öncesine dönülecek. (Bilindiği gibi kurultayda, Kılıçdaroğlu ile Özgür Özel arasındaki oy farkı yalnızca sekizdi. Dolayısıyla böyle bir kararın çıkabilmesi için, en az sekiz delegenin iradesinin hukuken geçersiz sayılması gerekiyor.) Eğer mahkeme bu kararı verirse eski yönetim geri dönecek. Yani Kılıçdaroğlu. Yani onun MYK’sı, onun Parti Meclisi. Özgür Özel dahil… O da o MYK’nın bir parçasıydı çünkü. Ne ironidir ki, bugün Kılıçdaroğlu'na karşı "değişim" bayrağını çeken birçok isim, o günlerde onun gölgesinde serinliyordu… Mahkeme böyle bir karar verirse, bu kişilere, görevleri hukuken iade edilecek ve görevi iade edilmiş yönetim de partiyi bir buçuk sene içinde bir sonraki kurultaya taşıyacaktır…

Mutlak butlan için gerekçe belli: Delegelerin “iradesinin sakatlanması.” (Bu, evrensel siyasal literatürde çok da rastladığımız bir kavram değil; ama Türkiye'de hukuk, çoğu zaman siyasetin “yaratıcı” kaleminde şekillenir.) Olağan şüpheliler Özgür Özel, Özgür Çelik ve Ekrem İmamoğlu olarak gösteriliyor savcılık tarafından. Meclis üyeliği ve diğer çeşitli görev vaatleriyle ikna edilenler, doğrudan para verildiği iddia edilen delegeler ve daha diğer irade sakatlayıcı, akçeli işler, nedenler…

Bu kişilerden bazıları şimdi dönüp “biz kandırıldık” diyerek ihbarda bulunuyor. Kandırılanların mağduriyetinin güce evrildiği bir ülkede yaşadığımızı biliyorlar ne de olsa…

Peki ya Kılıçdaroğlu geri dönerse, sırtına hançer indirenleri tanıyacak mı? Dün onun tarafından görevlendirilip, onun sofrasında oturup bugün ona en galiz küfürleri savuranlar, o sofraya bir daha oturacak mı?

Gariptir, Kılıçdaroğlu’na yöneltilen suçlamaların çoğu onun yapmadığı şeyler üzerinden kurulu. Bugün CHP’de yaşananların faili Kılıçdaroğlu değil. Mahkemeye gitmedi, dava açmadı, kurultayı iptal ettirmek için uğraşmadı. Ama hedef tahtasına yine o yerleştirildi. Olaylar onun dışındayken, suçlamalar adeta onun etrafında kurgulanıyor. Kılıçdaroğlu’ndan beklenen ise açık: Mahkemeye gidip, “Kurultayın iradesi sakatlanmamıştır” demesi. Onun ağzından çıkacak tek cümleyle bu süreci meşrulaştırmak istiyorlar. Bugün Kılıçdaroğlu’na, “Çık konuş,” diyenler, dün ona “Sus be adam” diyenlerle aynı insanlar. Ne garip değil mi? Sessizken konuş dedikleri adam, konuşunca da susturulmak isteniyor. Konuşsa sorun, sussa yine sorun.

Şimdi sorulmalı: Bu insanlar o gün -görev vaadiyle, makam umuduyla- Kılıçdaroğlu'na yakın dururken, bugün neden ve nasıl onun aleyhine en ağır sözleri savurabiliyorlar? Yanıt basit ama yakıcı: Çünkü güç değişti. Çünkü bir biçimde güç sahibi olanın (hangi biçimde olduğunun önemi yok) yanında olmak meziyet sayılıyor bu topraklarda.

Bazı insanlar “size değil, size olan ihtiyaçlarına” sadıktır. İhtiyaçları değiştiğinde sadakatleri de değişir… Bugünkü CHP tablosu, bu sözü ne acıdır ki siyasal bir afişe dönüştürüyor.

Kılıçdaroğlu’nun en büyük suçu gerçekten de kurultayın şaibesiz olduğunu savunmaması mı? Bu yüzden mi partisine zarar vermekle suçlanıyor? İyi de bu adamın öyle olduğunu düşünme hakkı yok mu? Ortada hukuki bir süreç var. Delegelerin kendi beyanlarıyla ortaya saçtığı şaibeler. Yargıya yansıyan ciddi iddialar…

Kılıçdaroğlu bu karmaşık tablo içinde üç kez tanık sıfatıyla ifadeye çağrıldı; gitmedi. “Bu iddiaların muhatabı ben değilim,” dedi. Hatta, “Bu süreci Erdoğan yargısı çözsün, madem onların iddiaları var, onları çağırın,” diyerek siyasetin yargıya dönüşen yüzünü işaret etti. Bu suskunluk, yalnızca hukuki değil; aynı zamanda ahlaki bir tercihti.

Dün adını anmaktan imtina edenler, onunla yürüyenleri dahi hedefe koyanlar, bugün hangi yüzle Kılıçdaroğlu’ndan geri adım atmasını bekliyor? Kaldı ki, Kılıçdaroğlu böyle bir tavır sergilese bile, ortada kişisel değil kamusal bir dava var; süreç artık onun tutumuyla değil, yargının vereceği kararla şekillenecek.

Ancak bugün Kılıçdaroğlu’na dönük sistematik ve organize bir itibarsızlaştırma kampanyası yürütüldüğü açık. Her gün başka bir cepheden, başka bir mecradan, aynı merkezden beslenen karalama dalgaları yükseliyor. Siyasi eleştirinin ötesine geçen, kişilik haklarına saldıran, yaşamsal tehditlere varan bir linç mekanizması bu. Onun “dönmemesi” için gösterilen çaba, aslında bir tür panik halidir.

Şimdi bir de deniyor ki: “Mutlak butlan kararı çıkarsa, Kılıçdaroğlu partinin kapısından giremez.” İyi de, siz o kapılardan nasıl giriyorsunuz? Eğer o kurultaylara dair ortaya saçılanların yüzde biri bile doğruysa, sizlerin CHP Genel Merkezi’nde bir dakika kalması bile başlı başına bir vicdan krizi değil midir.

İşin trajik yanı şu: Dün onun gölgesinde büyüyen, onun sayesinde makam ve mevki sahibi olanlar, bugün onun ismini silmeye çalışıyor. Önce yok sayarak, şimdi de en ağır hakaretlerle, aşağılamalarla… İhanetin dili çok hızlı öğreniliyor bu ülkede.

Asıl korku neye dair? Kurucu bir partinin, şeffaflık ve örneklik iddiasını yitirme tehlikesine dair mi? Yoksa o iddianın peşinden yürüyebilecek bir figürün hâlâ hayatta ve etkili olmasından mı?

Bağışlarla imar, iskan izinleri, akçeyle oylar, yakınlara kadrolar, adam kayırmalar, fesatlar, saltanat kayıkları… Bunlar sıradan partilerin günahları olabilir. Ama CHP’nin bu günahlarla anılması, sadece bugünü değil, geçmişi de, geleceği de zehirler.

TEHDİT, NASIL SİYASETİN DİLİ OLABİLİYOR?

Türkiye siyasetinde muhalefet olmak zordur. Ama muhalefetin içinden muhalif olmak, çoğu zaman hayati tehlike sınırına yaklaşmak demektir. Kemal Kılıçdaroğlu şu an tam da bu sınırda duruyor. Çünkü sadece eleştirilmiyor. Açıkça tehdit ediliyor. Ve tehditler artık politik sınırları çoktan aşmış durumda.

“Beni elektrik direğine asmakla tehdit ediyorlar” diyor. “Silahla vurulmamı isteyenler var…” Bu sözler herhangi bir muhalifin değil, Cumhuriyet Halk Partisi’nin on üç yıllık genel başkanının ağzından çıkıyor. Bu, bir siyasi polemik değildir artık. Bu, doğrudan bir güvenlik meselesidir. Bir insanın can güvenliğine yönelmiş organize tehditler karşısında susan herkes, aslında bu suça ortaklık etmektedir.

Peki bu tehditlerin cesareti nereden geliyor? Kılıçdaroğlu’na “yüzüne tükürürler”, “sokağa çıkamaz” diyenler hiç mi sorumluluk taşımıyor? Bilmiyorlar mı ki bu ülkede hakaretin tonu yükseldikçe, linç sadece dijital bir saldırı olmaktan çıkar; sokakta, gerçek hayatta karşınıza dikilir.

Üstelik bu kampanya tek cepheli de değil. Sahte hesaplar üzerinden yürüyen linç dalgasına sözde akademisyenler, manipülasyonla mesleğini kirleten gazeteciler ve günübirlik yorumcular da eşlik ediyor. Kılıçdaroğlu’nun ifadesiyle: “Tehditler, iftiralar ve kirli kampanyalar bir araya gelmiş durumda.” Bu cephe, bir fikir cephesi değil; bir tasfiye makinesi. Amaç susturmak, yok saymak, itibarsızlaştırmak.

Nevşin Mengü, Uğur Dündar, Fatih Altaylı… Bugün kimin eli güçlüyse, seslerini oraya yönlendiriyorlar. Oysa dün aynı isimler, Kılıçdaroğlu’nun kurduğu o demokratik zeminde konuşuyorlardı. Bugünse, o zemini dinamitleyenlere methiye diziyorlar.

Hafıza, bu topraklarda uzun sürmüyor…

Yıllardır Kılıçdaroğlu’yla gerilimli bir çizgide yürüyen, 2023 seçimlerinden sonra “Değişim ve Adalet Yürüyüşü” başlatan Tanju Özcan’dan da Kılıçdaroğlu’na karşı benzer bir husumet yükseliyor yine. Kurultay iddialarını ısıtıyor. Kılıçdaroğlu’na açıkça sesleniyor: “AKP’nin yaktığı ateşe odun atmaya devam ederseniz, 2014 dahil tüm CHP kurultaylarını tartışmaya açarım!” Sözler sert, niyet açık. Bu çıkışlar, kişisel bir hesapla siyasi pozisyon arayışının iç içe geçtiği bir manevra gibi okunabilir…

Kılıçdaroğlu, kendisine yöneltilen hakaret ve tehditler için yargıya başvurdu. Suç duyurusunda bulundu. Bazı dosyalar açıldı, bazıları hazırlanıyor. Bu, sadece onun değil, her yurttaşın en doğal hakkı. Çünkü bu tür tehditler, eğer yargı önüne taşınmazsa, fiili saldırıya dönüşebilir. Bugün sosyal medyada “vurun” diyenler ve onlardan güç alanlar, yarın gerçekten eline taş alabilir. Bu ülke bunu gördü. Madımak’ta, Hrant’ta, Tahir Elçi’de… Bu uyarılar aslında geçmişin çığlığıdır.

Kılıçdaroğlu, tüm bu saldırılar karşısında bir cümle kuruyor: “Herkes bilsin ki; bu partinin düşmanlarını, yine bu partinin harim-i ismetinde boğmaya muktediriz.”

Bu söz yalnızca bir meydan okuma değil. Atatürk’ün Sakarya Meydan Muharebesi öncesi söylediği o tarihi ifadeye bir gönderme. “Düşmanı Anadolu’nun harimi ismetinde boğacağız,” demişti Mustafa Kemal. Şimdi o söz, partinin içindeki kirli hesaplara karşı yeniden yankılanıyor.

Çünkü mesele artık bir koltuk savaşı değil. Bu, “siyaset” adı altında gerçekleştirilen linçin meşrulaştırılıp meşrulaştırılamayacağı meselesidir.

Bir Liderin Etrafında mı Parti, Yoksa Bir Partinin İçinde mi Lider?

Bugün Cumhuriyet Halk Partisi’nde fiilen yürürlükte olan şey bir siyaset anlayışı değil; tek bir isme endeksli genel merkez anlayışı, bir isim merkezli sadakat düzenidir. Tüm hareket kabiliyeti İmamoğlu’na endekslenmiş durumda. Genel merkez; bir düşünce üretim merkezi değil, tutuklu bir belediye başkanının gölgesine........

© Muhalif